Pazar, Mart 14

Antropoloji Okumak ya da Türkiye’de Antropolog Olmak

Prens Sabahattin, neden batıdan geri olduğumuzu bizde organizasyonun, planlamanın ve kendimizi belirtebileceğimiz ideolojik bir odak noktasının olmayışına bağlıyordu. Böyle aktarıyor büyük sosyolog Şerif Mardin. Gerçekten bizler insanların bilimleri yerine ideolojilerine, saçına, sakalına, giyinik mi yoksa çıplak mı olduğuna bakıyoruz. Bu durumda gelişim denen şey aslında bizim varlığından haberdar olduğumuz ama hiç bilmediğimiz Kaf Dağı’nın ardında bulunan gizemli bir güç olmaktan öteye gidemiyor. Antropoloji bu önyargıların kırılması için ideal bir ortam sunuyor bizlere. Sınıfımızda farklı ve taban tabana zıt görüşlü insanlarla aynı masada oturabilmemiz ve zor günlerimizde en yakınımızda bu arkadaşlarımızı bulmamız bizde hoşgörünün ve insana saygının olduğunun göstergesi. Çünkü her şeyin “kültür” eksenli düşünülmesi önyargının kırılmasını sağlıyor. “Ben-merkezci” (egosantrik) ve “etnik-merkezci” (etnosantrik) yaklaşımlar yerini “dünya vatandaşı” olmaya bırakıyor.

Kültür bakanlığının geçtiğimiz senelerde kadrolu eleman alma teşebbüsü olmuştu. Hangi alanlarda eleman açığı olduğu listeler halinde belirtilmişti. Neden antropoloji yok diyerek bazı arkadaşlarımız arayıp sormuşlar (yanılmıyorsam 2005 yılıydı ve muhatap kurum Antalya Kültür Müdürlüğü idi). Aldıkları cevap ise “ biz antropolojiyi arkeolojinin alt dalı olarak biliyoruz” olmuş. Kültür bakanlığında önemli bir mevkide bulunan bu şahıs Türkiye’de “insanbilim” adında bilimsel bir disiplinden haberdar değilmiş ne yazık ki. Bizler antropoloji mensupları olarak hayata değişik pencerelerden bakma imkânına sahip olmaya çalışıyoruz. Biraz düşünelim ve aldığımız eğitimlerden sonra insanlara ve olaylara bakış açımızdaki değişimleri gözlemleyelim. Eminim büyük oran bu değişimi pozitif olarak algılamıştır. Mensubu bulunduğumuz toplumu, bu toplumun diğer toplumlarla ilişkisini, tarihsel, sosyal, ekonomik ve kültürel odak noktalarındaki başlangıcını ve sonraki süreçlere doğru olabilecek varsayımları tahmin etmeye çalışıyoruz.

Türkiye’de antropolog olmak genç olmak kadar sıkıntı verici bir durum. Birincisi, insanların –normal olarak- daima ekonomik düşünmeleri. Bu durumda sürekli iş gücü içinde bulunmanız ve ekonomik etkinliğe katkıda bulunmanız istenmektedir. Bu etkinliğe yetişkin oluncaya dek katılmanız olasıdır. Benim için de çocukluğumdan gençliğime varıncaya dek farklı bir izlek yaşanmadı açıkçası. Yetişkin bir birey olduktan sonra toplumun beklentileri doğrultusunda kimi olaylar dizisi cereyan eder. Bunlardan birincisi askerlik sorununuzu hemen halledip dönmeniz ve –daha çok Doğu ve Güneydoğu’da yaygın olarak- evlilik için kimi adımları atmanız beklenmektedir. Öğrencilik gibi işten sayılmayan, tamamen tüketim kültürüne endeksli bir yaşam mecburiyetiniz varsa bunun gereği olarak bilindik bir meslekte –örneğin öğretmenlik- sonuca/hedefe varmanız gerekir.

Toplumda sizden başka herkesin sizin için canla başla uğraştığını görürsünüz. Adım başı, gelecek adına sizin yerinize karar almış birileriyle karşılaşmak her zaman mümkündür. Gelecek adına attığınız her adımda ve aldığınız her kararda bilfiil kendini yetkili görüp eleştiri mekanizması aşamasında hayatınıza dahil olan çok kişiyle aynı havayı solumak mecburiyetindesiniz. Alçakgönüllülüğünüzü ve tebessümünüzü, biraz da ezikliğinizi kaybetmeden onların her dediğine evet demek gibi bir de göreviniz vardır. Akraba ya da mahalle baskısı denen mekanizma bu şekilde size dair tüm ayrıntılarda kendine bir siluet bulur.

Antropolog olmanın bir diğer sıkıntısı ise kendinizi belirtecek bir odak noktasının olmayışından ötürü içinde bulunduğunuz melankolik ruh halidir. Hangi bölümü okuduğuz sorulduğunda telaffuzu zor bir terim kullandığınızdan ötürü, karşınızdaki ilkin alnını kırıştırır ve kulağını açarak size doğru sağ ya da sol taraftan yaklaşmaya çalışır. Siz, terimi, yüzündeki ekşimesi geçmemiş karşınızdaki insana birkaç defa art arda tekrarladıktan sonra, başta “İnsanbilim” demek olan kısa açıklamadan sonra kısaca birkaç cümleyle olayı açıklarsınız. Bilinmeyen, görülmeyen ve dahası hayata nüfuz etmeyen bir alanda bulunmanızın, üstelik küçümsenmenizin de üzerine tuz biber olarak ekildiği bir söyleşiden sonra bulunduğunuz ortamı terk edersiniz. Velhasıl karşı tarafın beyninde “boş bir bölüm” okuduğunuz düşüncesi çoktan yerleşmiştir.

Antropoloji sayesinde hayatınızda sizleri mutlu edecek ayrıntılar çoktur. Farklı bir gözle bakmanın ruhunuz için en iyi ilaç olduğuna kendinizi inandırırsanız, gece dışarı çıkmış ve gözleri karanlığa alışmamış birinin içinde bulunduğu çukura, kuyuya düşme ya da sert bir cisme çarpma korkusu gibi tedirginlik hali sizde de zuhur bulur. Gözleri karanlığa alışan şahıs nasıl ki rahat hareket edebilir, siz de içinde bulunduğunuz toplumun değer yargılarını bir kenara bırakarak ruhunuzun açlığına yönelik kimi faaliyetlere başlarsınız. Bu faaliyetin büyülü anahtarı “kültür”dür. Üzerinde sayısız çalışmaların yapıldığı, araştırmacıların o kadar çok tanımdan sonra olmalığını dahi söyleyebildikleri bir terim olan kültür... Geçmişten geleceğe, daha da geçmişten daha da geleceğe içinde bulunduğumuz tüm ayrıntıları içeren büyüsel bir dünya kültür. İşte sizi bu toplumda hayata bağlayan tek şey kültürdür. Ona bakmasını bildiğiz vakit size bir çay bahçesinde, bir dükkanda, bir köy evinde, yaşlı bir amcanın ya da küçük bir boyacı çocuğun ağzından dökülen sihirli sözcüklerde kendini ele verir.

Toprağın altında sürekli altın arayanlar kazı esnasında ortaya çıkan toprak küplerin işe yaramadığını düşünürler, hemen kırıp içindeki altına ulaşmaya çalışırlar. Altın varsa küpte her şey yolundadır, yoksa eğer olan küpe olmuştur, pek de önemli değil deyip kazmaya devam ederler. Kültür aşığı biri için değerli olan altın değil o kırılan küptür. Çünkü küplerin nasıl meydana geldiğini altın arayanlar bilemezler. Gordon Childe “Tarihte Neler Oldu” sorusunun cevabını ararken muhtemelen bu işle yani toprakla işi olan toplumlarla çokça vakit geçirmiştir.

İlk insanları düşünün! Topraktan kap yapmak ya da toprağa şekil vermenin düşüncesine nasıl varmışlar? Onlara bu “aklı” kim vermiş olabilir? Yoksa doğduklarında yanı başlarında yemeklerini pişirmelerini sağlayacak bir tencere mi vardı? Ya o toprağı pişirmek için o ateşi nasıl buldular? Sorular gelecekten başlayıp geçmişin gizemine doğru sorgulamaya devam etmektedir. Biz yine o toprak küpe geri dönelim. Hani içinde altın var diye birkaç saniye içinde küle dönen küpe… İşte bu küpün toprağının şekil alması binlerce yılı bulmaktadır. Küçük bir kap haline gelir, biçimlenir toprak. Binlerce yıl sonra birileri bu kapların yapım aşamasında desen kavramına ulaşır, çizgiler çizerler şekil verdikleri bu gereçlerine. Çok sonra bu çeşitlenir, çok yıllar sonra boya bulunur ve bu kaplar boyanır… Renk renk ve çeşit çeşit… Sonra dünyanın dört bir yanında bu kültür yaşanır. Gittikçe çeşitlenir bu uğraş. Çok değil, daha 1960’lardan sonra bile Brezilya-Venezüella sınırlarındaki tropikal ormanda yaşayan Yanomamö kabilesi toprak kap kullanıyordu.

İnsanlığın ortak eseri olan bir küp muhakkak altınlardan değerli olmalı. İşte kültür eksenli düşünme, insana, altından daha değerli olan şeylerin de olduğunu düşündürür. Ve köylülerin sohbetlerinde altın aramalarında ele geçen sayısız küpün nasıl küle döndüğü işitildikçe bir kültür aşığının yüreğine binlerce yılın, binlerce emeğin oku saplanır. Onları düşünürsünüz, emeklerine ulaşmanın verdiği o insanüstü çabanın birkaç altın için nasıl heba edildiğine şahit oldukça, siz, o insanlara hesap vermemenin sıkıntısını yaşarsınız. Çünkü arada siz varsınız yani köprü görevindesiniz.

İnsanın toplumda az bilineni temsil etmesi okları da üzerine çevrilir. Bunlar çoğu zaman sivri ve muhtemelen zarar verici oklardır. Oysa ki tarihte sıkıntıya gelememiş, derdini anlatabilmek için ömrünün son demlerini bekleyebilmiş nice insan vardır. İster pozitivist bakış açısıyla düşünüp toplumda anlaşılamamanın taşıdığınız ışıkla alakalı olduğunu ve toplumun eksiklerinden kaynaklandığına ya da dinsel kurumların ve yerleşik kurum/kuralların değişime ayak uydurmadığına bağlayın. İster dinsel bir yaklaşımda bulunup sabrın sonunun selamet olduğunda karar verin, iki yol da sonuçta tek kapıda birleşmektedir. Ama yakın ama uzak, yol mutlaka birleşmektedir. Siz bu yolun başında ve sonunda bulunmaktasınız. Yolun başındayken başladığını bu yolda ilerlerken, yolun ortasına doğru kimi zaman kaybolabilirsiniz ve bu kayboluş esnasında her ne kadar kendi benliğinizi taşısanız da birileri tarafından bundan yoksun olduğunuza neredeyse inandırılacak dereceye gelebilirsiniz. Ama bilincinizi muhafaza edebilecek kadar kendinize güveniyorsanız, her halükarda yolun sonundaki kapıya ulaşacaksınız.

Türkiye’de, dahası Doğu’da antropolog olmak zor. Bilinmeyenin dışına çıkıldığı an yalnızlık ve anlaşılmazlık yanı başınızda. Ne kendiniz olmaya kalkışmanız sizleri kurtarır bu keşmekeşten, ne de başkası olmaya çalışmanız. Karşılığı, bütünsel bir algıda kendini kabul ettirememiş bir bölüm mezunu olmak, toplumun boşluğuna asılan ipte olduğu gibi kendi yörüngesini bulmaya çalışmak demektir.

İsmet Tunç
04.03.2010, Erciş

Çarşamba, Ağustos 5

Şairler ve şiir yazanlar

Bu yazı kendi iklimimizde yeşerenlere tarafımca getirilmiş bir eleştiridir!

Yazı uzun gözükebilir ama okunması elzemdir. Kendi gök iklimimizde her şeyin güllük gülistanlık olduğunu düşünür dururuz. Ama bazen çuvaldızı başkalarına iğneyi de kendimize batırmamız gereken anlar vardır ya, işte bu yazı küçük bir iğnedir. Bakalım kimlerin canı yanacak!

Özdemir İnce “Şiir ve Gerçeklik” adlı “eleştirel denemeler” yapıtında şair olmakla ilgili iki soru sorarak kitaba giriş yapar: “Şairi şiir yazmaya çağıran ‘şey’ nedir, kimdir?” ve “Şairler analarından ‘şair’ mi doğarlar?” Ya da ömrünce şiir okumamış, “doğal dilin şiire dönüşümünü bir okur ya da dinleyici olarak yaşamamış bir insanın şiir yazması mümkün müdür?” diye soruyu çevirerek de soruyor İnce. Her şeyden önce su götürmez bir haklılığa sahip bir soru bu. İnsanı en can alıcı noktasından vuran, nefessiz bırakan, afallatan bir soru…

Lise çağına henüz gelmiş her genç erkeğin ya da kızın ergenlik duygularının yol verdiği bir boşalmadan söz etmek yersiz olmaz. Kaldı ki bu duygu boşalması en çok da kâğıt kalemde kendini ele verir. İyi bir okur olan öğrenci ya da bu çağdaki çoğu genç kariyer yapmış iyi şairleri ya da yazarları okumaya çalışır, oları taklit ederler. Hele de taklit ettikleri şair ve yazarlar yaşadığı döneme damgasını vurmuşlarsa bu farkındalık onlar için bulunmaz bir servettir. Zamanla kendilerindeki özgüven uyanışa geçtiği taktirde küçük kıpırdanmalar baş gösterir ve ellerine kağıt kalemi alıp karalamaya başlarlar. Bu uğraşları kendilerini yenileme olanağı verir onlara; yetinmezler savruk cümlelerle, anlamsız söz dizimlerini kesip atarlar her defasında; şair olmaksa şayet gayeleri, damıtırlar en iyisinden kalemlerini kâğıtlar üzerine…

Bir de bu çabaya girmeden şiir yazanlar vardır. Şiirin namuslu geçmişine darbe indirir gibi, salıverilir ağızdan dökülen gelişi güzel sözcükler; dans etmeye başlarlar kâğıt üzerinde, uydurulup birbirine, “şiir oluverirler”; yazarı da “şair oluverir hemencecik…” Şiir “estetik, anlamsal, tarihsel, sessel, organik, toplumsal bir örgütlenmedir” der Özdemir İnce. Ne var ki bütün bunlardan bihaberdir şairlik iddiasında olanlar, kendi çerçevelerinden dışarı çıkamadıkları için bu tür eleştirileri de hak etmektedirler.

Şiir bir insanın söyleyebileceği çoğu şeyini başkalarının en can alıcı noktasından vurma işlemidir. Bu başkası ya bir sevgilidir, ya bir dost, ya memleket, ya anne-baba, ya da karşıt fikirli her türlü olay ve olgu… Şiiri şiir yapan da bu kuvvetidir. Bu kuvvet şiirin cini olan ilhamıdır.


“Kitap-lık” aylık edebiyat dergisinin Şubat 2005 sayısında ilham perisi hakkında şunlar yazılı: “şiirin cini ilhamdır. Yaratıcılığı harekete geçirdiği düşünülen ilham ve perisindeki “peri”, cinlerin pek güzel ve alımlı olarak tasarlanan dişisidir. Türkçe’de, “içe doğma” sözcükleriyle karşılanan ilham; edebiyatta, yazar ya da şairin eserini oluştururken etkisi altında kaldığı şey veya onu eser vermeye iten coşku olarak tanımlanır. Bu tanımda; eserin, özelde şiirin teknik bir iş, zanaatkârlık olduğu kabulü de vardır. Dolayısıyla ne müteşairin savunma gerecine dönüşen ilham, sihirli bir değnek; ne de ilham perisi, eğlenecek birilerini arayan hovarda bir güzeldir. Nasıl ki bir insan hiçbir deneyime, bilgi ve birikime sahip değilken kuyumculuğa başlayamazsa, herhangi bir birine de durup dururken ilham da ilham perisi de gelmez. İlham; bilene, çalışana yaptığı iş üzerinde düşünene, varlıkla bir derdi olana gelir. Din ve sanat tarihlerine bakıldığında bunun hep de böyle olduğu görülür.”


Mehmet Can Doğan, Kitap-lık dergisindeki ‘Şiir Cini’ adlı bu yazısında “ne müteşairin savunma gerecine dönüşen ilham, sihirli bir değnek, ne de ilham perisi eğlenecek birilerini arayan hovarda bir güzeldir” ifadeleriyle söylenecek her şeyi bir güzel özetlemiştir.


Yine Özdemir İnce’ye dönersek, İnce bir şiiri “bütün zorunlu nitelikleri bağlamında” dört düzleme oturtup inceleme yapmak gerektiğinde oldukça haklıdır. Bunlar özetle:


1- Şiirin içinde yer aldığı kitap: Şiirin kitabın bütünselliğine yaptığı katkı nedir, ne orandadır? Homojen midir?


2- Ozanın yapıtlarının tümü. Yapıtın tümünün yeri bilinçli mi, yoksa rastlantısal mı? Bütün yaptığı katkı ne?


3- Ulusal şiir düzlemi: Ulusal nitelikteki yeri ne? Öteki şairlerle ve onların yapıtlarıyla ilişkisi nedir? Onlar

karşısında sahip olduğu estetik değerlerin nitelikleri? …


4- Evrensel şiir düzlemi: “Yukarıdaki soruları evrensel şiir düzlemine de taşımak zorundayız” diyor Özdemir İnce. Çünkü dünya şairleriyle karşılaştırma yapılmalıdır ki şiirin değeri ortaya çıkabilsin.


Özdemir İnce bu sıralamadan sonra, ele alınan şiirin şu yedi soruya da olumlu yanıt vermesi gerektiğini Donald A. Stauffer alıntısıyla şöyle sıralamakta:


1- Gerçek midir?

2- Yoğun mudur?

3- Anlam yüklü müdür?

4- Somut mudur?

5- Karmaşık mıdır?

6- Ritimli midir?

7- Biçimsel midir? (Biçimsellik ile biçimciliği birbirine karıştırmamak gerekir.)


Gerçek şiir emekçileriyle şiir yazanları nasıl ayırt etmek gerekir?
Öncelikle karşınızda iyi bir okur kitlesi varsa ve bu okur kitlesi sizin dışınızdaki eserlerini de okuyorsa mutlaka yukarıdaki değerlendirme ölçütlerinden biriyle kıyaslayacaktır yazdıklarınızı. O zaman dönüp kendi kendine (tabii bir algı bütünlüğü oluşursa okurda) “ne diyor bu yahu” dediği an şairle şiir yazanı birbirinden ayırmıştır demektir.


Zaman zaman şiir yazdığıyla övünen çokça insanla karşılaşırız. Kimileri bunu övünç kaynağı olarak dile getirirken kimi de -belki de bir ölçüde birikim eksikliğini anımsayarak- ‘sadece hobi olarak’ şiir yazdığını söyler. Arka planda boş bir zihin algısına sahip olup şairlik iddiasında bulunanlar eminim ki ne Pablo Neruda’dan, ne Platon’dan, ne Victor Hugo’dan, ne Aragon’dan, ne Nazım’dan ne de diğerlerinden haberdardırlar.


İsmet Tunç

İsmet.tunc@mynet.com.

Perşembe, Temmuz 23

Morgedik Gezisi


Erciş’in Morgedik Köyü’nde projelendirme işlemi 1959 yılından beri yapılan ama bir türlü çalışmamalara başlanılamayan Morgedik Barajı, Ekim 2008 yılında ilk kazmanın vurulmasıyla yapılmaya başlandı. Aradan geçen yaklaşık bir yıllık çalışmaların gözlenebilmesi ve halkın çalışmaları yakından görmesi için 18 Temmuz 2009 tarihinde Van milletvekili Kerem Altun, Erciş Kaymakamı Ferhat Kurtoğlu, Erciş Belediye Başkanı Fatih Çiftci, İlçe Emniyet Müdürü Salih Metin Mete, mülki amirler, basın mensupları ve halktan bir grubun da katılımıyla baraj çalışmaları yerinde gözlendi.



Ali Dağer ve Nihat Çavuşoğlu haberdar etmeseler benim de bu geziden haberim olmayacaktı. Nazik davetlerini kabul edip, gayri-resmi basın olarak ben de yanlarında yerimi aldım. Belirtilen Cumartesi sabahı dokuz buçuk itibariyle hükümet konağı önünde buluşuldu. Selamlaşma faslından sonra araçlara binilerek baraja doğru hareket edildi. Baraj ilçe merkezine 39 km. uzaklıkta ve baraja 108. Alay Komutanlığı yolu üzerinden, yani otogarın karşı tarafındaki yoldan gidiliyor. 108. Alaydan sonra ilk olarak Keklikova Köyü ile karşılaşılıyor. Daha sonra sırayla, Pay, Kızılören, İmamabdal, Yankı Tepe ve Morgedik köyleri geçilerek baraj sahasına ulaşılıyor. Yol toprak yol olup yaklaşık bir saat zaman almakta.


Yol boyunca derin vadilerle karşılaşmak mümkün. Doğanın bin bir güzelliği size yeni bir keşif tadı veriyor. Şehrin bunaltıcı ve kalabalık atmosferi yerini tek tük yerleşim yerlerine ve yeşilliğe bırakıyor.


Morgedik Köyü geçildikten sonra Deliçay üzerine yapılan barajın inşaatı görülüyor. Baraj bir yıllık çalışmayla yüzde otuz düzeyinde bitirilmiş. Derivasyon tünelinin giriş partalına gelince müteahhit ve mühendis basını ve halkı bilgilendirmek için önlerinde haritayı tutarak baraj hakkında teknik bilgiler vermeye başlıyorlar. Derivasyon tüneli barajın ana gövdesinde akarsu yatağını değiştirmek için yapılan dairesel ya da at nasıl biçiminde bir tünel. Planlanan tünel 341 metre uzunluğunda olacak. Giriş betonu dökülmüş fakat kazı çalışması henüz başlanmamış. Tünelin bitmesi çok önemli, zira çökmelerin olması durumunda inşaatın planlanandan uzun sürme ihtimali var. Baraj inşaatında 30 civarı araç ve 70 personel çalışıyor. İnşaat mühendisi Mahfuz Döğer her gün sabah dört buçukta kalktığını, beş buçukta iş başı yaptıklarını ve çalışmaların gece dokuz civarına dek sürdüğünü söylüyor.

Bölge oldukça yüksek, barajın kotu 2231. Bu kottan yüksek ilk baraj Erzurum’da bulunuyor. Morgedik Barajı ise ikinci en yüksek baraj özelliğini taşıyor. Barajın gövde yüksekliği 59 metre ve kapsadığı havza alanı 900 km2. Deliçay oldukça temiz bir suya sahip, bu nedenle sadece sulama amacıyla kullanılacak bu barajı da daha önemli kılmakta. Yetkililerin verdiği bilgilere göre bu özelliği nedeniyle uzun yıllar barajdan istifade etmek mümkün.


Morgedik Barajı DSİ’ye sunulan projeler içinde verimlilik bakımından en verimli projelerin başında geliyor. Kerem Altun, “Sulamadaki en önemli özellik kapalı kanal yağmurlama ve damlama özelliğini taşıyor. Bu da bölgede ilk ola açısından çok önemlidir. Doğu Anadolu Bölgesinde bu yöntemle yapılmış baraj yok. Bu bizim ilçemize, bölgeye, hem iklim açısından, hem tarım alanlında çok büyük katkı sağlayacağına inanıyoruz. Bu sulama sayesinde çok daha iyi şartlara kavuşacaktır” diyerek barajın önemli bir özelliğine dikkat çekiyor. Yetkililerin hesabına göre baraj 2012 yılında bitirilecek ve yaklaşık 17 500 hektar tarım alanını sulayacak.

Gerek Kaymakam Ferhat Kurtoğlu’un gerekse de Belediye Başkanı Fatih Çiftçi’nin dikkat çektikleri nokta, Erciş’in tarımsal olarak bu baraj sayesinde tarım ürünlerinden maksimum seviyede verim alacağıydı. Çünkü barajın sulama sisteminden yararlanacak köylerin çoğu su sorunu yaşamakta ve bu sayede alternatif ürün seçenekleri de devreye girmektedir.

Baraj inşaatını gezdiğimizde köylülerin sevinçlerini görmek mümkündü. Baraj projesinin gündemde olduğu yıllarda burada işe başlayan ve babasının emekliliğinden sonra işe başlayıp kendisi de emekli olan bir amcayla karşılaştık. Buradan iki kuşak emekli olmuş ama baraj henüz bir yıldır yapılmaya başlanmış. Bu da ilginç noktalardan biriydi.

Morgedik Barajı Erciş’in Morgedik Köyü- Muradiye’nin Çiçekli Köyü ile Diyadin’in Dedebulak köyleri arasında bulunuyor. Barajın en önemli özelliklerinden biri de kapalı kanal yağmurlama ve damlama özelliğini taşıyor olması. Bu da bölgede ilk olması açısından barajı önemli kılıyor. Doğu Anadolu Bölgesinde henüz bu yöntemle yapılmış baraj yok. Morgedik Barajı, Erciş’in yeni yıldızı olmaya aday.







Not: Fotoğraflar için İha Muhabiri Nihat Çavuşoğlu'na sonsuz teşekkürler.

İsmet Tunç

İsmet.tunc@mynet.com

Pazartesi, Temmuz 20

Kemal Özer de gitti


Sahip olduğumuz ne varsa tek tek kaybediyoruz. Geçmişin sade ve olması gereken o puslu havasından, ışıltılı günlere kalabilenler içinde Kemal Özer de bırakıp gitti bizleri. Nedense var oluşu geçmişle başlayıp orada son bulmakla algılayanlardanım. İyi olanın geçmişte olduğu, orada saklı kalacağını ve yeni döneme aynı değerin kalamayacağını düşünüyorum.


Her devir kendi insanını yaratır diye bir söz de var. Evet, yıl 2009 ve mutlaka bu çağa uygun profilde insanlar da olacaktır. Ama okuduklarımıza, referans aldıklarımıza, dinlediklerimize bakınca kökler yine geçmişi gösteriyor. Yeni olan, eskinin üzerinden yararlanılan bir türev; ama kalitesi tartışılacak bir türev… Örneğin 1900’lü yılların başında basılmış bir kitabı bulduğumuzda içimiz sevinçle dolar. O kitap eskilerden geliyordur, daha özgündür, daha içten ve renksizdir diye düşünürüz.


Kendi adıma eskilere âşık biriyim. Eski olan ne varsa kendine çeker beni, düşündürür… Her kaybettiğimiz bir değer, ölümün soğuk yüzünü hatırlatır bana. Kökleri geçmişte ama dalları bugüne uzanan her insanın ölümünden korkarım. Düşünürüm; “acaba yakın zamanda kim ölecek?” derim kendi kendime. Adlarını dilime getirmemeye çalışırım. Hele de onların ölebileceği gerçeği zihnime yerleştikçe uyuyamam…


Meksika Sınırı’nın Haziran programlarından birinde Tarık Tufan, “Acaba Sezai Karakoç ne yapıyordur şimdi? Belki uyuyordur” dedi. Selahattin Yusuf da, “Belki de bu dediklerini dinliyordur” diye ekledi. Tarık Tufan utandı… Neden utandığını anladım aslında. Sezai Karakoç. Yaşıyor ve söylenenlerin onun kulağına gitmesi oradaki üç entelektüeli heyecanlandırıyordu. Bu ne muazzam bir iç histi, ne anlaşılmaz bir saygıydı ve ne büyük mutluluktu ki Sezai Karakoç yaşıyordu. Çünkü ölüler üzerinden yaşam belirtisine dair söylemler gerçekleştirilmez.


Rahmetli babaannemin çocuklardaki kimi dinsel-büyüsel hastalıkları sağaltmak için kullandığı yarım kalmış balmumu ve kırık saplı tahta kaşığı kitaplığımdaki yerinde durdukça, geçmişteki o sahneleri unutmam kolay olmayacak. Halk hekimliği açısından sadece kültürel bir özellik olarak kalacak bu işlem; zihin algımın bir nebze olsun renklenmesi için güzel bir şanstı. Bu örneği neden mi verdim? Muhtemelen kurşun dökme işlemine şahit olmamış biri için bu işlemin hiçbir yönden bir niteliği bulunmamakta. Benim için ise unutulmayacak yönü, halkbilimsel bir etkinlik oluşu ve Sedat Veyis Örnek’in harika kitabı “İlkellerde Din, Büyü, Sanat ve Efsane”’de anlatılanlarla aynı özelliği taşımasıdır. Bir pratiğin algı dünyamızda yer edindiği haliyle ona bakarsak, bu, çok değerli bir ayrıntı olup zihin algınızdaki renkliliğe önemli bir katkı yapar. Şimdi Kemal Özer’le tanışıp ya da ondan birebir şiirsel tat alanların ne kadar üzgün olduğunu hissedebiliyorum. Kemal Özer öldüğü gün kimi gazete köşelerinde kendisiyle tanışma imkânı bulmuş, onunla sohbet edebilmiş, belki şakalaşmış, belki dostane bir paylaşımı olmuş insanların nasıl üzüldüklerini okudukça, bu gerçeği daha iyi anlıyor insan. Eminim onların içi daha fazla yanmakta; onlar, diğerlerine göre daha çok şey kaybettiklerini düşünmekteler. Tıpkı 1985 yılında Turgut Uyar öldüğünde onu tanıyanların çektiği acı gibi, Edip Cansever’in öldüğü 1986 yılında ne büyük bir değer kaybettik diyenler gibi... Atilla İlhan gibi, yakın zamanda kaybettiğimiz kökleri geçmişten gelen Mehmet Uzun’u ve Dağlarca’yı kaybettiğimiz gibi… Tıpkı Hrant Dink öldüğünden beri bir beyaz güvercinin daha düşmemesi için davasına sahip çıkan dostları gibi…


Bizlerle aynı havayı teneffüs eden bir avuç eski toprak kaldı geriye. Onlar da birer birer göçüp gittikçe dünyadan, geçmişin siyah beyaz kareleri de yok olup gitmekte.


Kemal Özer’den, Adım Metin Olsun

...



birlikte
yazalım hadi ölüme karşı
konuşalım
bir yürekten hadi bir ağızla
kimse
ayırt etmesin kimin söylediğini
nereye
kadarı benim nerden sonrası senin
kıvrıla
kıvrıla yanan bir kağıtta


İsmet Tunç


İsmet.tunc@mynet.com


Pazartesi, Temmuz 6

Dünya vatandaşı olmak

Dünya vatandaşı olmak

Theodore Zeldin'in harika eseri “İnsanlığın Mahrem Tarihi”'nde, yazarın konuşturduğu bir karakter olan muhasebeci Patricia kendini şu harika cümleyle tanımlar: “Ben dünya vatandaşıyım.”

Her insanın böyle düşünmesi durumunda etnik merkezcilikten kurtuluşun bir ölçüde sağlanması mümkündür. Kendini ve kültürünü merkeze koymanın, başkalarını da o merkezden itmenin olası sonuçları, "benim kültürüm güzel, seninki değil" mantığını doğuracağı için, muhtemelen bu söylem tüm dünya halklarını bu etnik merkezci hastalıktan kurtarması için bir ölçüde işe yarayabilir.

Fransız Devrimi’nden sonra kendi sınırlarına çekilen ve milliyetçilik duygusuyla sınırlarını oluşturan dünya devletleri, imparatorlukların yıkılmasıyla kendilerini duyguya bağımlı bir koruma güdüsüne emanet ettiler/ettirdiler. En azından aklın bir süreliğine bu durumda işlevsiz kaldığını söylemek mümkün. Çünkü kendi ulusunun kaderini tayin etmenin yolu, gözü kara, her türlü ilkel savaş aletleriyle cepheye koşmaktan geçmekteydi. Peki, kötü mü oldu?

İki türlü bir cevapla bu soruya ya da değerlendirmeye yaklaşımda bulunmak mümkün. Birincisi, insanlar milliyetçilik duygusunun rüzgârıyla, dalgalandırma ümidiyle bayraktarları (ve tabii ki diğer manevi değerleri) peşinden koşturarak bu uğurda can vermişlerdir. Dinsel-büyüsel argümanların bu durumlarda fazlaca kullanıldığı, etkilerinin günümüz de dahi sürdüğü o atmosferde kazanılan zaferler bu devletlerin şanlı tarihi olarak anlatıldığı ve anlatılmaya da devam edileceği ortadadır. İkinci bir yaklaşım ise (olumsuz olanı), bu zor ya da imkânsız durumlarda kazanılan zaferlerin aradan yüzlerce yıl geçmesine rağmen hala aynı duygu yoğunluğuyla yaşanılıyor/yaşatılıyor olması. Bunun en açık göstergesi, bir yandan laiklik eksenli çağdaşlaşma ve bilimsel olgulara yaklaşma, diğer yandan da geçmişin manevi dinsel-büyüsel o atmosferini her defasında birilerine hatırlatma gereğinin her daim dillendirilmesidir.

Bugün için yüzyıl önce bir savaşın hangi durumlarda kazanıldığının pek bir önemi yoktur. Önemsizlik, tarihi yok saymak olarak anlaşılmamalı! Aksine tarihinden ders çıkaranlar geleceklerini inşa edebilmekteler. Oysaki yaşanan durum bunun pek de öyle olmadığını göstermektedir. O günkü savaş psikolojisiyle yaşayan yığınlar olası her türlü yeniliği ya da başkalarından gelen eylemi her daim yıkıcılık ve kötü olarak algılama yetisine sahiptirler. Anlaşılamazlık bu noktada ortaya çıkmakta ve kişiler, bu olumsuzluğun nedenlerini –ne gariptir ki- geçmişin değerlerini koruma güdüsüyle açıklamaktalar.

Bir şekilde, kazanılan geçmiş zaferlerin, o olusun kaderini tayin ettiği gerçeğini saklı tutarak (buna bir ölçüde saygı da duyarak) her türlü koruma ediminin bu o günkü psikolojiyle açıklanıyor olması, bu değerlerin tabular üzerinden korunmaya çalışıldığın da işaretini vermektedir. Kişiler zorluklar üzerinden kazanılan değerler ya da hakların, bir başkalarının kullanımına ya da paylaşımına açılmaması gerektiğini, bunun yapılması durumunda ise kendilerini tarih tarafından cezalandırılacaklarını düşünmektedirler. Bu psikoloji, Fransız Devrimi’nden sonra çizilen sınırların bugün korkuyla korunduğunun da kanıtıdır.

Zeldin’in karakteri bu sınırlardan çıkışın dünya vatandaşlığıyla mümkün olabileceğini bize göstermektedir. Evet! Dünya vatandaşlığı bugün için geçerli en güvenli yollardan biridir. Küreselleşmenin yıkıcı etkisini göz ardı etmeden kültürel bazda çeşitliliği koruyup kültürel entegrasyonun bu bilinçle sağlanması olasıdır. O zaman “ben” yerine “biz”in kullanımı kolaylaşacak, aslında bekçiliğini yaptığımız değerlerin korku olmadan daha iyi korunabildiğini göreceğiz.

Kültürün özel olanın içinde “biricik” ve “tek” olanını bu şekilde daha iyi muhafaza etmek mümkün. Kendini cemaatine, sınırlarına, ulusuna hapsetmiş kişiler ne yazı ki dünyanın sadece kendi etraflarında döndüğünü düşünmekteler. Düşüncenin kıt olması hep bu yanılgıdan ve korkudan kaynaklanmaktadır. İnsanın dünya kültürleriyle ilgileniyor olması, sadece kendi kültürüyle ilgileniyor olmasından çok daha önemli ve değerlidir. Bu nedenle yerelliliğin tadını evrenselliğin tadıyla buluşturmalı ve kültür armonisinden yeterince tadı alarak yaşamalıyız.

İsmet Tunç

ismet.tunc@mynet.com

Pazar, Temmuz 5

Sivas Üzerine…

İki yıl sonra yeniden Sivas’tayım. 2003 yılında, sadece soğuğuyla meşhur olan bu şehre Antropoloji okumak için ayak basmıştım. Dört yılımı tamamladığımda baktım ki, bende, Sivas, diğer öğrencilerin aksine, benim gönülden bağlandığım bir şehir olmuştu.


Birçok arkadaşım okulun başlangıcından itibaren buldukları her fırsatı ailelerinin yanında geçirme planları yaptılar. Birçoğu başarılı olmasına karşın, başarılı olmayanlar soğuğa ve başka şeylere kızarak o güzelim dört yılın bir kısmını melankolik öğrenci psikolojisinde geçirmekten kendilerini alamadılar. Belki haklıydılar; sanatsal ve sosyal aktiviteler o günler daha azdı, eğlenceye düşkün daha batıdan gelenler için dışarıda insanı cezbeden bir hava yoktu, birçoğunun ortak kanısı olan “hiç bir şey” ile anlatılabilirdi Sivas


Buna karşın Van’dan kalkıp Sivas’a giden benim gibi biri için bunların pek de değeri yoktu aslında. Arada bir tiyatro, fırsat buldukça sinema, belki de bir kez olmasına karşın tadı damağımda kalan bir Alâeddin Yavaşça konseri (ısrarcı olup beni konsere götürmeyi başaran arkadaşa da teşekkürler) ve bilindik sıkıcı ama çok faydalı az bulunur konferanslar, sempozyumlar… Sayıları az olmasına karşın gezebileceğiniz birkaç sahaf… İbrahim Tenekeci’nin enfes şiirindeki son dizesi gibi: “keşke biraz ölmesem” ile Sivas günleri birbirine yakışacak kadar sakin bir haleti ruhiye yaratır insanda. Sakin ruhlu biri için yalnızlığınızı paylaşabileceğiniz güzel bir memlekettir Sivas

Birkaç yıl öncesinden başlayan çevre düzenlemesi deva ediyor. Sivas 2007 yılına oranla daha derli toplu. Şehrin her yerinde Selçuklu eserleriyle karşılaşmak mümkün. Son yılarla kadar ciddi bir restorasyon çalışması yapılmamıştı. Son birkaç yıldır yapılan çalışmalar sonuç vermiş gibi. Tarihi eserler yeniden göz alabildiğine parlıyor. Aslı bozulanlar da yok değil hani…
Vakıf Han: Alt katlar kuru yemiş ve benzeri mamüller satışa sunulurken (sağda), üst katlarda turizm ve başka alanlarda çalışan bürolar mevcut (kömürcüler dahil), (solda)

Sivas’ın en güzel tarafı imar planının uygulanmış olması. Caddeleri yer yer çok geniş, üstelik çok da temiz. Temizlik bu şehrin genel özelliği. 2003 yılında geldiğimde de çok temizdi. Kaldırım, yol ve peyzaj düzenlemesi çok uyumlu; alabildiğince insanlar için ideal hale getirilmişler. Alış-veriş için sayısız mağaza ile karşılaşmak mümkün

Buranın en önemli dinamiği öğrenci. Şehrin sosyo-kültürel hayatında öğrencinin önemli bir katkısı var. Öğrencilerin Sivas’a verdiklerine karşın, Sivaslı’ların öğrencilere bazı noktalarda yaklaşımı o kadar da olumlu değil. Yüksek kira bedelleri, bazen kız ya da erkek ayırımının yapılıp bazen de öğrenci olduğu için kiralık dairelere yaklaştırılmayan öğrencilerle karşılaşmak mümkün. Her şeye rağmen, evini öğrenciye kiralayıp yıl boyunca da öğrenciyi sıkboğaz etmeyen, insaflı ev sahipleri de var.



Solda Buruciye Medresesi içerisinde gözleme yapan kadınlar, altta ilk TBMM.


Sosyal açıdan sayısız alt başlıkta açıklanmaya değer bir şehir Sivas. Sosyal, kültürel, ekonomik ve dinsel bakımdan birçok değişim dinamiğine sahip. Burada bulunduğum dört yıl içinde en büyük zevklerimden biri de, haftada birkaç gün, gece yarısına yakın bir zamanda eşofmanları giyip kaldığım mahallenin ve diğer yakın mahalleleri dolaşmam olmuştu. En uç noktalara kadar yaptığım gezilerle Sivas’ı bir nebze olsun tanımıştım. Bir de birkaç arkadaşla yaptığımız sabah yürüyüşleri vardı. Bir iki saat süren bu yürüyüşlerde, henüz sabahın ilk ışıklarına bürünen bir şehri en çıplak haliyle görmek mümkündü.
















Yukarıda Burucuiye Medresesi ve önde geniş bir meydan. Yanda Çifte minareli medrese içindeki 1. İzzettin Keykavus Türbesi.


Buruciye Medresesi girişi. Kabartmalar insanı kendine hayran bıraktıracak kadar zarif. İçeride el sanatları çalışmaları yapılmakta; aynı zamanda harika bir akustiği olan bu mekânda çay da içebilirsiniz.

Bitirme ödevi olan bir arkadaşıma eşlik ettiğim ev gezilerinde ise birkaç mahallede ve özellikle Ali Baba Mahallesi’ndeki yaşlılarla hoş sohbetlerimiz oldu. Bir arkadaşımızın bizleri götürdüğü bir evde, neden orada olduğumuzu merak eden yaşlı çifte, teyzenin söyledikleri bizleri epey güldürmüştü. Röportaj sözcüğünü telaffuz edemeyen yaşlı teyze, ev sahiplerine, “çocuklar poportaj yapmaya gelmişler” demişti. Odaya girdiğimizde yaşlı çiftin önünde koca bir madımak kümesi vardı. Bizler sorularımızı sorduk onlar cevapladı. Aynı şekilde genç çiftler ve kadınlarla yaptığımız sohbetlerde de bir o kadar hüzünlenmiştik. Kiminin eşi çocuklarla ilgilenmiyordu, kimi çok sıkıntıdaydı…

Sivas alt yapı olarak birçok sorununu hal etmiş bir memleket. El sanatları geleneği canlı olarak sürdürülmekte. Birçok dalda atölyeler ve kurslar meraksına hizmet veriyor. Konak kültürünün yaygın olduğu şehirde, dostlarınızla tarihi bir mekânda özel bir kutlama yapmanıza engel hiç bir şey yok. Ya da sessiz, sakin bir mekânda nargilenizi içerken, diğer yandan gazetenizi okuyabilirsiniz.

Ünlü Buruciye Medresesi ve Çifte Minareli Medrese’nin bulunduğu alan çevre düzenlemesiyle göz kamaştırıyor. Çifte Minareli Medrese’nin içinde 1.İzzettin Keykavus’un türbesi de bulunuyor Buralarda daha önce asırlık çınarlar vardı. Belediye yapmış olduğu çalışmalarla birlikte ağaçları yerlerinden söküp Paşabahçe olara bilinen mesire yerinde yeniden dikmiş, ama söylentilere göre ağaçların tümü kurumuş. Ağaçların kesilmesiyle tarihi eserlerin ortaya çıktığını görmek mümkün. İki medrese ve bir camiden oluşan, tam karşısında da TBMM binasının olduğu, yan tarafından tarihi olan ve askeri bölge olarak kullanılan bina ile onun da yanında tarihi valilik binasının tamamladığı bu geniş alan şimdilerde kermes, sergi gibi etkinliklerin yapılması imkânı da sunuyor.

Yaşlıları genelde camii avlusunda görmek mümkün. Dinsel hayat canlı olarak yaşatılmaya çalışılıyor. Özellikle yaşlılar, geçmişte önemli bir inanç merkezi olan bu yerde vakitlerinin çoğunu ibadete ayırıyorlar. Ünlü Ulu Camii ve avlusunda bulunan türbeler, Şemsi Sivasi Camii ve bu camii avlusunda bulunan Şemsi Sivasi Türbesi, şehir merkezinin dışında bulunan Tekke olarak bilinen ve Hz. Muhammed’in sancaktarı olduğu söylenen Abdulvahap Gazi Türbesi gibi sayısı tarihi ibadet yeri bulunmakta.

Sivaslı’ların sert mizaçlı bireyler oldukları söylemek mümkün. Özellikle gençler havai ve sert tipli oluyorlar. Yetiştiriliş tarzları üzerine yapılacak bir çalışma ilginç sonuçlar verebilir. Okul döneminde sohbet etme şansı bulduğum sayısız ebeveyn, çocuklarını kontrol edemediklerinden şikâyetçiydiler. En çok da televizyon ve internet kafelerden dert yanıyorlardı. Tabii doğal olarak arkadaş çevresinin çocuğun gelişiminde önemli bir yere sahip olduğunu da belirtmekte fayda var.. Doğal olarak babaların sert mizaçlı aynı karakterin çocukça da taşınmasını doğal hale getirmekte.




İsmet Tunç


Haziran 2009, Sivas

Cuma, Temmuz 3

sahibi olmayan bir şiir

Sıcak bir çay belki

Ilık bir hava ve yanı başında İstanbul

Tıpkı dünyaya yeni gelmek gibi

İsmet Tunç