Perşembe, Temmuz 23

Morgedik Gezisi


Erciş’in Morgedik Köyü’nde projelendirme işlemi 1959 yılından beri yapılan ama bir türlü çalışmamalara başlanılamayan Morgedik Barajı, Ekim 2008 yılında ilk kazmanın vurulmasıyla yapılmaya başlandı. Aradan geçen yaklaşık bir yıllık çalışmaların gözlenebilmesi ve halkın çalışmaları yakından görmesi için 18 Temmuz 2009 tarihinde Van milletvekili Kerem Altun, Erciş Kaymakamı Ferhat Kurtoğlu, Erciş Belediye Başkanı Fatih Çiftci, İlçe Emniyet Müdürü Salih Metin Mete, mülki amirler, basın mensupları ve halktan bir grubun da katılımıyla baraj çalışmaları yerinde gözlendi.



Ali Dağer ve Nihat Çavuşoğlu haberdar etmeseler benim de bu geziden haberim olmayacaktı. Nazik davetlerini kabul edip, gayri-resmi basın olarak ben de yanlarında yerimi aldım. Belirtilen Cumartesi sabahı dokuz buçuk itibariyle hükümet konağı önünde buluşuldu. Selamlaşma faslından sonra araçlara binilerek baraja doğru hareket edildi. Baraj ilçe merkezine 39 km. uzaklıkta ve baraja 108. Alay Komutanlığı yolu üzerinden, yani otogarın karşı tarafındaki yoldan gidiliyor. 108. Alaydan sonra ilk olarak Keklikova Köyü ile karşılaşılıyor. Daha sonra sırayla, Pay, Kızılören, İmamabdal, Yankı Tepe ve Morgedik köyleri geçilerek baraj sahasına ulaşılıyor. Yol toprak yol olup yaklaşık bir saat zaman almakta.


Yol boyunca derin vadilerle karşılaşmak mümkün. Doğanın bin bir güzelliği size yeni bir keşif tadı veriyor. Şehrin bunaltıcı ve kalabalık atmosferi yerini tek tük yerleşim yerlerine ve yeşilliğe bırakıyor.


Morgedik Köyü geçildikten sonra Deliçay üzerine yapılan barajın inşaatı görülüyor. Baraj bir yıllık çalışmayla yüzde otuz düzeyinde bitirilmiş. Derivasyon tünelinin giriş partalına gelince müteahhit ve mühendis basını ve halkı bilgilendirmek için önlerinde haritayı tutarak baraj hakkında teknik bilgiler vermeye başlıyorlar. Derivasyon tüneli barajın ana gövdesinde akarsu yatağını değiştirmek için yapılan dairesel ya da at nasıl biçiminde bir tünel. Planlanan tünel 341 metre uzunluğunda olacak. Giriş betonu dökülmüş fakat kazı çalışması henüz başlanmamış. Tünelin bitmesi çok önemli, zira çökmelerin olması durumunda inşaatın planlanandan uzun sürme ihtimali var. Baraj inşaatında 30 civarı araç ve 70 personel çalışıyor. İnşaat mühendisi Mahfuz Döğer her gün sabah dört buçukta kalktığını, beş buçukta iş başı yaptıklarını ve çalışmaların gece dokuz civarına dek sürdüğünü söylüyor.

Bölge oldukça yüksek, barajın kotu 2231. Bu kottan yüksek ilk baraj Erzurum’da bulunuyor. Morgedik Barajı ise ikinci en yüksek baraj özelliğini taşıyor. Barajın gövde yüksekliği 59 metre ve kapsadığı havza alanı 900 km2. Deliçay oldukça temiz bir suya sahip, bu nedenle sadece sulama amacıyla kullanılacak bu barajı da daha önemli kılmakta. Yetkililerin verdiği bilgilere göre bu özelliği nedeniyle uzun yıllar barajdan istifade etmek mümkün.


Morgedik Barajı DSİ’ye sunulan projeler içinde verimlilik bakımından en verimli projelerin başında geliyor. Kerem Altun, “Sulamadaki en önemli özellik kapalı kanal yağmurlama ve damlama özelliğini taşıyor. Bu da bölgede ilk ola açısından çok önemlidir. Doğu Anadolu Bölgesinde bu yöntemle yapılmış baraj yok. Bu bizim ilçemize, bölgeye, hem iklim açısından, hem tarım alanlında çok büyük katkı sağlayacağına inanıyoruz. Bu sulama sayesinde çok daha iyi şartlara kavuşacaktır” diyerek barajın önemli bir özelliğine dikkat çekiyor. Yetkililerin hesabına göre baraj 2012 yılında bitirilecek ve yaklaşık 17 500 hektar tarım alanını sulayacak.

Gerek Kaymakam Ferhat Kurtoğlu’un gerekse de Belediye Başkanı Fatih Çiftçi’nin dikkat çektikleri nokta, Erciş’in tarımsal olarak bu baraj sayesinde tarım ürünlerinden maksimum seviyede verim alacağıydı. Çünkü barajın sulama sisteminden yararlanacak köylerin çoğu su sorunu yaşamakta ve bu sayede alternatif ürün seçenekleri de devreye girmektedir.

Baraj inşaatını gezdiğimizde köylülerin sevinçlerini görmek mümkündü. Baraj projesinin gündemde olduğu yıllarda burada işe başlayan ve babasının emekliliğinden sonra işe başlayıp kendisi de emekli olan bir amcayla karşılaştık. Buradan iki kuşak emekli olmuş ama baraj henüz bir yıldır yapılmaya başlanmış. Bu da ilginç noktalardan biriydi.

Morgedik Barajı Erciş’in Morgedik Köyü- Muradiye’nin Çiçekli Köyü ile Diyadin’in Dedebulak köyleri arasında bulunuyor. Barajın en önemli özelliklerinden biri de kapalı kanal yağmurlama ve damlama özelliğini taşıyor olması. Bu da bölgede ilk olması açısından barajı önemli kılıyor. Doğu Anadolu Bölgesinde henüz bu yöntemle yapılmış baraj yok. Morgedik Barajı, Erciş’in yeni yıldızı olmaya aday.







Not: Fotoğraflar için İha Muhabiri Nihat Çavuşoğlu'na sonsuz teşekkürler.

İsmet Tunç

İsmet.tunc@mynet.com

Pazartesi, Temmuz 20

Kemal Özer de gitti


Sahip olduğumuz ne varsa tek tek kaybediyoruz. Geçmişin sade ve olması gereken o puslu havasından, ışıltılı günlere kalabilenler içinde Kemal Özer de bırakıp gitti bizleri. Nedense var oluşu geçmişle başlayıp orada son bulmakla algılayanlardanım. İyi olanın geçmişte olduğu, orada saklı kalacağını ve yeni döneme aynı değerin kalamayacağını düşünüyorum.


Her devir kendi insanını yaratır diye bir söz de var. Evet, yıl 2009 ve mutlaka bu çağa uygun profilde insanlar da olacaktır. Ama okuduklarımıza, referans aldıklarımıza, dinlediklerimize bakınca kökler yine geçmişi gösteriyor. Yeni olan, eskinin üzerinden yararlanılan bir türev; ama kalitesi tartışılacak bir türev… Örneğin 1900’lü yılların başında basılmış bir kitabı bulduğumuzda içimiz sevinçle dolar. O kitap eskilerden geliyordur, daha özgündür, daha içten ve renksizdir diye düşünürüz.


Kendi adıma eskilere âşık biriyim. Eski olan ne varsa kendine çeker beni, düşündürür… Her kaybettiğimiz bir değer, ölümün soğuk yüzünü hatırlatır bana. Kökleri geçmişte ama dalları bugüne uzanan her insanın ölümünden korkarım. Düşünürüm; “acaba yakın zamanda kim ölecek?” derim kendi kendime. Adlarını dilime getirmemeye çalışırım. Hele de onların ölebileceği gerçeği zihnime yerleştikçe uyuyamam…


Meksika Sınırı’nın Haziran programlarından birinde Tarık Tufan, “Acaba Sezai Karakoç ne yapıyordur şimdi? Belki uyuyordur” dedi. Selahattin Yusuf da, “Belki de bu dediklerini dinliyordur” diye ekledi. Tarık Tufan utandı… Neden utandığını anladım aslında. Sezai Karakoç. Yaşıyor ve söylenenlerin onun kulağına gitmesi oradaki üç entelektüeli heyecanlandırıyordu. Bu ne muazzam bir iç histi, ne anlaşılmaz bir saygıydı ve ne büyük mutluluktu ki Sezai Karakoç yaşıyordu. Çünkü ölüler üzerinden yaşam belirtisine dair söylemler gerçekleştirilmez.


Rahmetli babaannemin çocuklardaki kimi dinsel-büyüsel hastalıkları sağaltmak için kullandığı yarım kalmış balmumu ve kırık saplı tahta kaşığı kitaplığımdaki yerinde durdukça, geçmişteki o sahneleri unutmam kolay olmayacak. Halk hekimliği açısından sadece kültürel bir özellik olarak kalacak bu işlem; zihin algımın bir nebze olsun renklenmesi için güzel bir şanstı. Bu örneği neden mi verdim? Muhtemelen kurşun dökme işlemine şahit olmamış biri için bu işlemin hiçbir yönden bir niteliği bulunmamakta. Benim için ise unutulmayacak yönü, halkbilimsel bir etkinlik oluşu ve Sedat Veyis Örnek’in harika kitabı “İlkellerde Din, Büyü, Sanat ve Efsane”’de anlatılanlarla aynı özelliği taşımasıdır. Bir pratiğin algı dünyamızda yer edindiği haliyle ona bakarsak, bu, çok değerli bir ayrıntı olup zihin algınızdaki renkliliğe önemli bir katkı yapar. Şimdi Kemal Özer’le tanışıp ya da ondan birebir şiirsel tat alanların ne kadar üzgün olduğunu hissedebiliyorum. Kemal Özer öldüğü gün kimi gazete köşelerinde kendisiyle tanışma imkânı bulmuş, onunla sohbet edebilmiş, belki şakalaşmış, belki dostane bir paylaşımı olmuş insanların nasıl üzüldüklerini okudukça, bu gerçeği daha iyi anlıyor insan. Eminim onların içi daha fazla yanmakta; onlar, diğerlerine göre daha çok şey kaybettiklerini düşünmekteler. Tıpkı 1985 yılında Turgut Uyar öldüğünde onu tanıyanların çektiği acı gibi, Edip Cansever’in öldüğü 1986 yılında ne büyük bir değer kaybettik diyenler gibi... Atilla İlhan gibi, yakın zamanda kaybettiğimiz kökleri geçmişten gelen Mehmet Uzun’u ve Dağlarca’yı kaybettiğimiz gibi… Tıpkı Hrant Dink öldüğünden beri bir beyaz güvercinin daha düşmemesi için davasına sahip çıkan dostları gibi…


Bizlerle aynı havayı teneffüs eden bir avuç eski toprak kaldı geriye. Onlar da birer birer göçüp gittikçe dünyadan, geçmişin siyah beyaz kareleri de yok olup gitmekte.


Kemal Özer’den, Adım Metin Olsun

...



birlikte
yazalım hadi ölüme karşı
konuşalım
bir yürekten hadi bir ağızla
kimse
ayırt etmesin kimin söylediğini
nereye
kadarı benim nerden sonrası senin
kıvrıla
kıvrıla yanan bir kağıtta


İsmet Tunç


İsmet.tunc@mynet.com


Pazartesi, Temmuz 6

Dünya vatandaşı olmak

Dünya vatandaşı olmak

Theodore Zeldin'in harika eseri “İnsanlığın Mahrem Tarihi”'nde, yazarın konuşturduğu bir karakter olan muhasebeci Patricia kendini şu harika cümleyle tanımlar: “Ben dünya vatandaşıyım.”

Her insanın böyle düşünmesi durumunda etnik merkezcilikten kurtuluşun bir ölçüde sağlanması mümkündür. Kendini ve kültürünü merkeze koymanın, başkalarını da o merkezden itmenin olası sonuçları, "benim kültürüm güzel, seninki değil" mantığını doğuracağı için, muhtemelen bu söylem tüm dünya halklarını bu etnik merkezci hastalıktan kurtarması için bir ölçüde işe yarayabilir.

Fransız Devrimi’nden sonra kendi sınırlarına çekilen ve milliyetçilik duygusuyla sınırlarını oluşturan dünya devletleri, imparatorlukların yıkılmasıyla kendilerini duyguya bağımlı bir koruma güdüsüne emanet ettiler/ettirdiler. En azından aklın bir süreliğine bu durumda işlevsiz kaldığını söylemek mümkün. Çünkü kendi ulusunun kaderini tayin etmenin yolu, gözü kara, her türlü ilkel savaş aletleriyle cepheye koşmaktan geçmekteydi. Peki, kötü mü oldu?

İki türlü bir cevapla bu soruya ya da değerlendirmeye yaklaşımda bulunmak mümkün. Birincisi, insanlar milliyetçilik duygusunun rüzgârıyla, dalgalandırma ümidiyle bayraktarları (ve tabii ki diğer manevi değerleri) peşinden koşturarak bu uğurda can vermişlerdir. Dinsel-büyüsel argümanların bu durumlarda fazlaca kullanıldığı, etkilerinin günümüz de dahi sürdüğü o atmosferde kazanılan zaferler bu devletlerin şanlı tarihi olarak anlatıldığı ve anlatılmaya da devam edileceği ortadadır. İkinci bir yaklaşım ise (olumsuz olanı), bu zor ya da imkânsız durumlarda kazanılan zaferlerin aradan yüzlerce yıl geçmesine rağmen hala aynı duygu yoğunluğuyla yaşanılıyor/yaşatılıyor olması. Bunun en açık göstergesi, bir yandan laiklik eksenli çağdaşlaşma ve bilimsel olgulara yaklaşma, diğer yandan da geçmişin manevi dinsel-büyüsel o atmosferini her defasında birilerine hatırlatma gereğinin her daim dillendirilmesidir.

Bugün için yüzyıl önce bir savaşın hangi durumlarda kazanıldığının pek bir önemi yoktur. Önemsizlik, tarihi yok saymak olarak anlaşılmamalı! Aksine tarihinden ders çıkaranlar geleceklerini inşa edebilmekteler. Oysaki yaşanan durum bunun pek de öyle olmadığını göstermektedir. O günkü savaş psikolojisiyle yaşayan yığınlar olası her türlü yeniliği ya da başkalarından gelen eylemi her daim yıkıcılık ve kötü olarak algılama yetisine sahiptirler. Anlaşılamazlık bu noktada ortaya çıkmakta ve kişiler, bu olumsuzluğun nedenlerini –ne gariptir ki- geçmişin değerlerini koruma güdüsüyle açıklamaktalar.

Bir şekilde, kazanılan geçmiş zaferlerin, o olusun kaderini tayin ettiği gerçeğini saklı tutarak (buna bir ölçüde saygı da duyarak) her türlü koruma ediminin bu o günkü psikolojiyle açıklanıyor olması, bu değerlerin tabular üzerinden korunmaya çalışıldığın da işaretini vermektedir. Kişiler zorluklar üzerinden kazanılan değerler ya da hakların, bir başkalarının kullanımına ya da paylaşımına açılmaması gerektiğini, bunun yapılması durumunda ise kendilerini tarih tarafından cezalandırılacaklarını düşünmektedirler. Bu psikoloji, Fransız Devrimi’nden sonra çizilen sınırların bugün korkuyla korunduğunun da kanıtıdır.

Zeldin’in karakteri bu sınırlardan çıkışın dünya vatandaşlığıyla mümkün olabileceğini bize göstermektedir. Evet! Dünya vatandaşlığı bugün için geçerli en güvenli yollardan biridir. Küreselleşmenin yıkıcı etkisini göz ardı etmeden kültürel bazda çeşitliliği koruyup kültürel entegrasyonun bu bilinçle sağlanması olasıdır. O zaman “ben” yerine “biz”in kullanımı kolaylaşacak, aslında bekçiliğini yaptığımız değerlerin korku olmadan daha iyi korunabildiğini göreceğiz.

Kültürün özel olanın içinde “biricik” ve “tek” olanını bu şekilde daha iyi muhafaza etmek mümkün. Kendini cemaatine, sınırlarına, ulusuna hapsetmiş kişiler ne yazı ki dünyanın sadece kendi etraflarında döndüğünü düşünmekteler. Düşüncenin kıt olması hep bu yanılgıdan ve korkudan kaynaklanmaktadır. İnsanın dünya kültürleriyle ilgileniyor olması, sadece kendi kültürüyle ilgileniyor olmasından çok daha önemli ve değerlidir. Bu nedenle yerelliliğin tadını evrenselliğin tadıyla buluşturmalı ve kültür armonisinden yeterince tadı alarak yaşamalıyız.

İsmet Tunç

ismet.tunc@mynet.com

Pazar, Temmuz 5

Sivas Üzerine…

İki yıl sonra yeniden Sivas’tayım. 2003 yılında, sadece soğuğuyla meşhur olan bu şehre Antropoloji okumak için ayak basmıştım. Dört yılımı tamamladığımda baktım ki, bende, Sivas, diğer öğrencilerin aksine, benim gönülden bağlandığım bir şehir olmuştu.


Birçok arkadaşım okulun başlangıcından itibaren buldukları her fırsatı ailelerinin yanında geçirme planları yaptılar. Birçoğu başarılı olmasına karşın, başarılı olmayanlar soğuğa ve başka şeylere kızarak o güzelim dört yılın bir kısmını melankolik öğrenci psikolojisinde geçirmekten kendilerini alamadılar. Belki haklıydılar; sanatsal ve sosyal aktiviteler o günler daha azdı, eğlenceye düşkün daha batıdan gelenler için dışarıda insanı cezbeden bir hava yoktu, birçoğunun ortak kanısı olan “hiç bir şey” ile anlatılabilirdi Sivas


Buna karşın Van’dan kalkıp Sivas’a giden benim gibi biri için bunların pek de değeri yoktu aslında. Arada bir tiyatro, fırsat buldukça sinema, belki de bir kez olmasına karşın tadı damağımda kalan bir Alâeddin Yavaşça konseri (ısrarcı olup beni konsere götürmeyi başaran arkadaşa da teşekkürler) ve bilindik sıkıcı ama çok faydalı az bulunur konferanslar, sempozyumlar… Sayıları az olmasına karşın gezebileceğiniz birkaç sahaf… İbrahim Tenekeci’nin enfes şiirindeki son dizesi gibi: “keşke biraz ölmesem” ile Sivas günleri birbirine yakışacak kadar sakin bir haleti ruhiye yaratır insanda. Sakin ruhlu biri için yalnızlığınızı paylaşabileceğiniz güzel bir memlekettir Sivas

Birkaç yıl öncesinden başlayan çevre düzenlemesi deva ediyor. Sivas 2007 yılına oranla daha derli toplu. Şehrin her yerinde Selçuklu eserleriyle karşılaşmak mümkün. Son yılarla kadar ciddi bir restorasyon çalışması yapılmamıştı. Son birkaç yıldır yapılan çalışmalar sonuç vermiş gibi. Tarihi eserler yeniden göz alabildiğine parlıyor. Aslı bozulanlar da yok değil hani…
Vakıf Han: Alt katlar kuru yemiş ve benzeri mamüller satışa sunulurken (sağda), üst katlarda turizm ve başka alanlarda çalışan bürolar mevcut (kömürcüler dahil), (solda)

Sivas’ın en güzel tarafı imar planının uygulanmış olması. Caddeleri yer yer çok geniş, üstelik çok da temiz. Temizlik bu şehrin genel özelliği. 2003 yılında geldiğimde de çok temizdi. Kaldırım, yol ve peyzaj düzenlemesi çok uyumlu; alabildiğince insanlar için ideal hale getirilmişler. Alış-veriş için sayısız mağaza ile karşılaşmak mümkün

Buranın en önemli dinamiği öğrenci. Şehrin sosyo-kültürel hayatında öğrencinin önemli bir katkısı var. Öğrencilerin Sivas’a verdiklerine karşın, Sivaslı’ların öğrencilere bazı noktalarda yaklaşımı o kadar da olumlu değil. Yüksek kira bedelleri, bazen kız ya da erkek ayırımının yapılıp bazen de öğrenci olduğu için kiralık dairelere yaklaştırılmayan öğrencilerle karşılaşmak mümkün. Her şeye rağmen, evini öğrenciye kiralayıp yıl boyunca da öğrenciyi sıkboğaz etmeyen, insaflı ev sahipleri de var.



Solda Buruciye Medresesi içerisinde gözleme yapan kadınlar, altta ilk TBMM.


Sosyal açıdan sayısız alt başlıkta açıklanmaya değer bir şehir Sivas. Sosyal, kültürel, ekonomik ve dinsel bakımdan birçok değişim dinamiğine sahip. Burada bulunduğum dört yıl içinde en büyük zevklerimden biri de, haftada birkaç gün, gece yarısına yakın bir zamanda eşofmanları giyip kaldığım mahallenin ve diğer yakın mahalleleri dolaşmam olmuştu. En uç noktalara kadar yaptığım gezilerle Sivas’ı bir nebze olsun tanımıştım. Bir de birkaç arkadaşla yaptığımız sabah yürüyüşleri vardı. Bir iki saat süren bu yürüyüşlerde, henüz sabahın ilk ışıklarına bürünen bir şehri en çıplak haliyle görmek mümkündü.
















Yukarıda Burucuiye Medresesi ve önde geniş bir meydan. Yanda Çifte minareli medrese içindeki 1. İzzettin Keykavus Türbesi.


Buruciye Medresesi girişi. Kabartmalar insanı kendine hayran bıraktıracak kadar zarif. İçeride el sanatları çalışmaları yapılmakta; aynı zamanda harika bir akustiği olan bu mekânda çay da içebilirsiniz.

Bitirme ödevi olan bir arkadaşıma eşlik ettiğim ev gezilerinde ise birkaç mahallede ve özellikle Ali Baba Mahallesi’ndeki yaşlılarla hoş sohbetlerimiz oldu. Bir arkadaşımızın bizleri götürdüğü bir evde, neden orada olduğumuzu merak eden yaşlı çifte, teyzenin söyledikleri bizleri epey güldürmüştü. Röportaj sözcüğünü telaffuz edemeyen yaşlı teyze, ev sahiplerine, “çocuklar poportaj yapmaya gelmişler” demişti. Odaya girdiğimizde yaşlı çiftin önünde koca bir madımak kümesi vardı. Bizler sorularımızı sorduk onlar cevapladı. Aynı şekilde genç çiftler ve kadınlarla yaptığımız sohbetlerde de bir o kadar hüzünlenmiştik. Kiminin eşi çocuklarla ilgilenmiyordu, kimi çok sıkıntıdaydı…

Sivas alt yapı olarak birçok sorununu hal etmiş bir memleket. El sanatları geleneği canlı olarak sürdürülmekte. Birçok dalda atölyeler ve kurslar meraksına hizmet veriyor. Konak kültürünün yaygın olduğu şehirde, dostlarınızla tarihi bir mekânda özel bir kutlama yapmanıza engel hiç bir şey yok. Ya da sessiz, sakin bir mekânda nargilenizi içerken, diğer yandan gazetenizi okuyabilirsiniz.

Ünlü Buruciye Medresesi ve Çifte Minareli Medrese’nin bulunduğu alan çevre düzenlemesiyle göz kamaştırıyor. Çifte Minareli Medrese’nin içinde 1.İzzettin Keykavus’un türbesi de bulunuyor Buralarda daha önce asırlık çınarlar vardı. Belediye yapmış olduğu çalışmalarla birlikte ağaçları yerlerinden söküp Paşabahçe olara bilinen mesire yerinde yeniden dikmiş, ama söylentilere göre ağaçların tümü kurumuş. Ağaçların kesilmesiyle tarihi eserlerin ortaya çıktığını görmek mümkün. İki medrese ve bir camiden oluşan, tam karşısında da TBMM binasının olduğu, yan tarafından tarihi olan ve askeri bölge olarak kullanılan bina ile onun da yanında tarihi valilik binasının tamamladığı bu geniş alan şimdilerde kermes, sergi gibi etkinliklerin yapılması imkânı da sunuyor.

Yaşlıları genelde camii avlusunda görmek mümkün. Dinsel hayat canlı olarak yaşatılmaya çalışılıyor. Özellikle yaşlılar, geçmişte önemli bir inanç merkezi olan bu yerde vakitlerinin çoğunu ibadete ayırıyorlar. Ünlü Ulu Camii ve avlusunda bulunan türbeler, Şemsi Sivasi Camii ve bu camii avlusunda bulunan Şemsi Sivasi Türbesi, şehir merkezinin dışında bulunan Tekke olarak bilinen ve Hz. Muhammed’in sancaktarı olduğu söylenen Abdulvahap Gazi Türbesi gibi sayısı tarihi ibadet yeri bulunmakta.

Sivaslı’ların sert mizaçlı bireyler oldukları söylemek mümkün. Özellikle gençler havai ve sert tipli oluyorlar. Yetiştiriliş tarzları üzerine yapılacak bir çalışma ilginç sonuçlar verebilir. Okul döneminde sohbet etme şansı bulduğum sayısız ebeveyn, çocuklarını kontrol edemediklerinden şikâyetçiydiler. En çok da televizyon ve internet kafelerden dert yanıyorlardı. Tabii doğal olarak arkadaş çevresinin çocuğun gelişiminde önemli bir yere sahip olduğunu da belirtmekte fayda var.. Doğal olarak babaların sert mizaçlı aynı karakterin çocukça da taşınmasını doğal hale getirmekte.




İsmet Tunç


Haziran 2009, Sivas

Cuma, Temmuz 3

sahibi olmayan bir şiir

Sıcak bir çay belki

Ilık bir hava ve yanı başında İstanbul

Tıpkı dünyaya yeni gelmek gibi

İsmet Tunç

Sosyoloji

En genel anlamıyla sosyolojinin hizmeti toplumu oluşturan grupları, toplumsal sınıfları, ekonomik sistemleri, siyasal-sosyal-dinsel-kültürel yapıya ilişkin derin ve çözümleyici analizleri içeren karmaşık olduğu kadar kendi karmaşıklığı içinde bir düzen ayırışıma esasına göre işleyen bir disiplindir.

Sosyolojinin içerdiği bilgi geniş ve farklılaşmış fenomenler alanının bir bölümünü kapsar. Bunlar: dinsel kurum ve davranışlar, yerel ve siyasal birlikler,
etnik ve ulusal topluluklar vb. gibi topluluklar içerisinde bireyin davranışları gibi, bireyler arasındaki davranış örüntülerini, kurumları ve toplulukların işleyiş yapılarını kapsamlı olarak analiz eder. Statüleri üzerine açıklamalar yapar, böylece toplumsal dinamikler açıklanmış olur.

Sosyoloji yeni bir daldır.
Sanayi devrimi kendisiyle birlikte sosyolojiyi de yarattı. Daha önceki yaşamlar irdelenmeye değer bulunmazdı çünkü tanrısal güçler toplumun üzerindeydi ve bunu düşünmek insanın haddine değildi. Sonra sanayileşme ortaya çıktı. İnsan, -Montaigne’in deyimiyle- kendini tanrısal güçlerin etkisinden kurtardı, kendine baktı. Yani insan kendini keşfetti (antropoloji bu gerekçeyle doğmuştur). Sanayileşme karmaşık kentler yarattı, yoksullaşan köylü topraklarını satıp şehirlere yerleşti, ucuz işgücü ve adaletsiz bir sistem yaratıldı. Burada devreye sosyoloji girdi. İlkin göç olgusunun yarattığı kentleşme ve işsizlik irdelendi. Göçler sanayi merkezlerinin etrafında toplanmış, ucuz iş gücü sanayi sahiplerinin eline iyi bir koz vermişti. Artık modern şehirler oluşturulurken modern köleler de çalıştırılmak için kendi istekleriyle fabrikalardan içeri girmişlerdi. Hatta göçleri engellemek için 20 yılı aşan çıraklık yasaları koydular. Böylece ustalığa terfi de engellenmiş oluyordu. Bu adaletsizlikler ve anlatılacak yığınla uygunsuzluklar karşısında sendikalaşma hakları denilen yüzyılın hareketi doğdu, grev hakkı ortaya atıldı, birçok kişi canından oldu, uzun mücadeleler sonucunda işçiler insanca yaşam haklarını elde etmenin haklı gururunu yaşamaya başladılar. Bütün bu safhalar teker teker araştırıldı, birçok düşünür, bilim insanı, filozof bu konularda devlete ve insanlara yol gösterdi, akıl verdi. Bütün bunlar toplanınca adına toplumu çözümleme disiplini denilecek sosyoloji meydana geliyordu.

Sosyal gerçeklikler çok önceleri filozoflarca ele alınmıştı. Platon düzensizliğe karşı tepki vermek gerektiği söylemişti. Cumhuriyet adlı eserinde gerçek bir sosyal sistem sunmuştur. Mesela, Aristo sosyal gözleme önem veren biridir. Ona göre toplumlar “yaşayan varlıklardır.” Saint Augustinus tanrı eksenli açıklamalar yapmış, Tanrı Sitesi adlı eserinde çağdaş hukuk ve sosyolojinin temellerini atmıştır. Sonra sosyolojinin kurucusu sayılan İbn-i Haldun, Mukaddime adlı ünlü eseri hadari toplum ve bedevi toplum ayırımında bulunur. Tıpkı ardıllarının da bu sınıflamaya başvurmaları gibi: Tönnies, Marks, spencer, Giddings, Comte, Durkheim vd.

Sosyoloji, toplum karmaşıklaştıkça farklı dallar ayrıldı. Çözüm için gereken verileri toplamakla görevli sosyologlar durmadan kuramlar geliştirdiler.
Yapısalcılar, evrimciler, difüzyonistler, tarihçiler, deterministler, biyoloji okulu mensupları ve daha birçok farklı görüşteki bilimciler durmadan sistemden söz etmeye başladılar. Ayrıştıkları birçok nokta olmasına karşın bugün bir olgu olarak karşımıza sosyolojiyi çıkardılar. Toplumun dinamiklerinden habersiz yaşayan vatandaş, sistemin elemanı olduğunu sosyoloji sayesinde fark etti.

Giderek değişen dünyada bazı önermeler iflas etti. Bazıları çökme tehlikesi geçirdi. Bazıları özlemli öğeler olarak ayakta kalmaya devam ediyorlar. Sosyoloji batının ortaya çıkardığı bunalımlara çare olmak için ortaya atılmış bir projedir. Bir anlamda sosyalizm kapitalizmi sosyoloji ile vurmayı bir ölçüde başarmıştır.

Sosyoloji genel bir bakış açısıyla topluma eğilirken, yani
tümdengelim kuramına göre hareket ederken, Antropoloji daha dar alanda, katılarak gözlemle toplumu, onun biricik ürünü olan kültürü inceler. Antropoloji de topluma tümevarım yöntemiyle bakar.

İsmet Tunç

Perşembe, Temmuz 2

Sona'nın Yazarı Eyyüp Altun İle Söyleşi




Eyüp Altun Kimdir

Eyyüp Altun 1960 Kars doğumlu. Kars Ticaret Lisesinden mezun olduktan sonra sosyal bilimler okudu. Doksanlı yılların başında bazı teorik içerikli dergilerde çalıştıktan sonra bir süre muhabirlik yaptı. Son yıllarda tarihi konular (Ermeni meselesi ve İttahad Terakki) ve edebiyat üzerinde yoğunlaştı. İlk kitabı 'SONA' 2008 de Logos yayınlarından çıktı. Yazar evli, üç çocuk babasıdır.


İsmet Tunç: Eyyüp Bey, neden Ermeni olayları üzerine bir roman yazma girişiminde bulundunuz? Sizi bu çalışmaya iten özel bir neden var mı?

Eyüp Altun: Aslında Ermeni kökenli anneannemin yaşamını yazmak için yola çıkmıştım. Ancak son yıllarda sorun o kadar hararetle tartışılır olmuştu ki, olayın politik ve tarihi derinliğine inmek kaçınılmazdı benim için. Böylece ‘Sona’ çıktı ortaya.


Ermeni meselesi Türkiye toplumunda tabu sayılan konulardan biri. Bu romanı yazarken çekinceleriniz oldu mu?


Açık söylemek gerekirse olmadı. Türkiye’deki demokratik gelişim süreci bu meselenin tartışılmasını artık mümkün kılmaktadır. Hatta bu konudaki yasal düzenlemeler bazı Avrupa ülkelerinden bile daha ileri bir seviyededir. Yani siz Türkiye’de “Ermeni Soykırımını” konu edinen bir konferans düzenleyebilir, çeşitli gazete ve dergilere bu meyanda yazılar yazabilirsiniz. 301. madde artık korkulacak bir madde olmaktan çıkmış bulunmaktadır. Buna karşın bir Avrupa ülkesi olan İsviçre’de ‘1915’te soykırım olmadı’ konulu bir konferans düzenlediğinizde soruşturmalık olur, hatta ceza bile alabilirsiniz. Bu gerçeklik, 1915’le ilgili söylenmesi gerekenleri yazmamı olanaklı kıldığını için çekince yaşamadım.

‘Sona’’dan sonra, insanların algılarında nasıl bir değişimin olacağını ya da olduğunu düşünüyorsunuz?


‘Sona’, 1915’e açılan bir penceredir. Bilindiği üzere Türkiye Edebiyatında konusunun tamamı 1915’te geçen roman çalışması bulunmamaktadır. Konu akademik anlamda yıllardır tartışılmasına karşın dönemin günlük yaşamına ve insani manzaralarına minimum düzeyde bakılamamıştır. Bir aşk öyküsü üzerinden verdiğimiz çalışma bu ihtiyaca yanıt verecek ve 1915’e ait önyargıların az da olsa ortadan kalkmasına olanak sağlayacaktır.


‘Sona’ çıkalı bir yıl oldu, değişimi gözleme şansınız oldu mu?


Kitabı okuyanlar en azından konuya daha önyargısız bakıyorlar. Karşıt görüşlere sahip insanlar bile sükûnetle ve soğukkanlılıkla olayın tartışılması gerektiğini düşünüyorlar. Hatta kitabı okuyanlar konuyla ilgili bilgilerinin yetersiz olduğunu fark ederek tartışmalarda kesin yargılarda bulunmaktan kaçınıyorlar.


Tarihi roman, kaynak olarak kabul edilmeyen ama olayın daha iyi anlaşılmasını sağlayan bir türdür. Sizce Sona’nın edebi yönü mü yoksa tarihsel yönü mü daha baskın görünüyor?


Doğrusunu söylemek gerekirse bu romanla, yıllardır sürdürülen tartışmalara bir yanıyla katıldığımı düşünüyordum. Ancak verdiğim politik mesajlardan ziyade, okurlarımın en azından önemli bir bölümünün, romanın edebi özellikleriyle ilgilendiklerini gördüm. Romanın sürükleyiciliği, kullanılan dilin akıcılığı, betimlemeler, Osman Kâhyanın cezbeden kişiliği ve tabiî ki aşk ve cinsellik gibi… Fakat tarihe meraklı okuyucularım ise daha çok verilen politik mesajı öne çıkarıyorlar ve bu yönde benimle tartışmaya giriyorlar.


Romanınızda Türk, Kürt ve Ermeni karakterleri dengede tutmaya çalışmışsınız. Özellikleri bakımından birbirlerine çok benziyorlar, örneğin bilgili ve soruna müdahil olmaları gibi… Romandaki bazı karakterlerin bu özelliklerde olmalarının özel bir anlamı var mı? Bir tarafa yönelik kayırma telaşına düşmemek için mi böyle bir yol seçtiniz?


Herkes savunduğu konuda kendini haklı görür ve samimiyetle konuya eğilir. Ben kişi bazında insanların o dönem itibariyle bilerek kötüyü oynadığını düşünmüyorum. Kuşkusuz birçok insan doğruyu temsil ettiğini düşünür. Kişisel olarak, karakterlerin özgürce görüşlerini ortaya koymalarından yanayım. Nitekim Vartan da, Osman Kâhya da, Ferit Bey de, Arşak da inandıkları davayı samimiyetle savunan insanlar. Bilgili olmaları da çok tabii… Çünkü bu karakterler toplumun önünde yürüyen seçkin insanlar ve böylesi olağanüstü bir dönemde konularına iyi çalıştıkları anlaşılır bir durum. Romanı yazarken klasik Türk filmlerinde olduğu gibi iyiyi çok iyi, kötüyü çok kötü biçiminde koyamazdım. Bırakın herkes bildiğini söylesin; okuyucu da yargısını koysun. Edebiyatta okuyucu direkt açık bir şekilde yönlendirilemez. Bu bir çocuğu eğitmek gibi bir şey olur ki buna da edebiyat denmez. Ana fikir romanın içine ince bir ustalıkla sindirilir. Hatta bu öyle sinsi bir şekilde yapılır ki okuyucu bunu fark etmez bile. Bunu ‘Sona’’da ne derece başardım bilemiyorum ama, olması gerekenin bu olduğundan hiç kuşkum yok.


Sizce Taşnak Partisi ve Ermeniler niçin kaybetti. Ermeni meselesinin Kürt meselesiyle benzerliği var mıdır?



Bir doktor önüne gelen hastasını doğru teşhis edip gerekeli ilaçları verirse o hasta bir süre sonra iyileşir. Eğer teşhisle ilaç arasında uyumsuzluk varsa hasta giderek kötüleşir. Şimdi 1915’teki Ermeni toplumuna ve Osmanlıya şöyle bir bakalım. Ermeniler bir tarlaya buğdayın serpiştirilmesi gibi Anadolu’ya dağılmışlar. En kalabalık oldukları yerlerde bile Müslümanlara oranla azınlık durumundalar. Yani Kürt, Türk ve diğer etnik guruplarla iç içe yaşıyorlar. İstanbul’dan Van’a kadar her yerde Ermeni var. Ermeni nüfusu hiçbir yerde homojen değil; farklı etnik kültürler bir arada yaşıyorlar. Sizin, Balkan ülkeleri gibi ayrılmanız ve bağımsız bir devlet kurmanız için bulunduğunuz bölgede çoğunluk olmanız gerekiyor. Ne var ki Ermeniler hiçbir şehirde çoğunluğu oluşturmuyorlar. Rusların desteğiyle birlikte yaşadıkları etnik unsurları temizleyerek devlet kurmayı planlıyorlar. Tarihin buna izin vermesini beklemek tarihin yasalarını bilmemekle mümkün olabilir ancak. Azınlık olduğunuz hiçbir yerde devlet kuramazsınız. Özetle; Ermeniler dağınık nüfus yapısıyla Anadolulaşmışlardı fakat ne Taşnak Partisi ne de Ermeni halkının büyük çoğunluğu bu gerçeğin farkındaydı. Yani Anadolu’da bir Ermeni devletinin kurulmasının koşulları yoktu. Taşnak Partisi ve Ermeniler tarihin cevaz vermediği bir çözümü zorladılar. Kaybetmelerinin nedeni de buydu.


Kürt meselesi için de durum böyle… Kürtler son bin yılda Mezopotamya’dan kuzeye Ermenilerin içine doğru yayıldılar. Bölgede kurulan Müslüman Türk devletleri bu yayılmada Kürtlere büyük bir avantaj sağladı. Ermeniler bu yayılmayı durduramadılar; çünkü bölgeyi egemenlik altında tutan bu Müslüman devletlerin Kürtlerle olan dindaşlığı Ermeni direnişini işlevsiz kılıyordu. Daha sonraki yüzyıllarda Kürtlerin batıya doğru yayılmasıyla birlikte ciddi anlamda bir iç içe geçmişlik durumu ortaya çıktı. Bu gelip geçici bir durum değil; yani bu göçü bu saatten sonra geriye döndürmenin olanağı yok. Dikkat edilirse birkaç şehir hariç diğer bütün şehirlerde hatta buna ilçeler de dâhil, her yerde derin bir iç içe geçmişlik durumu var. Bu realite tarihsel olarak Anadolu’da bir Kürt devletinin kurulmasının koşullarını ortadan kaldırmış bulunuyor. Bunu, belki iki yüz yıl önce yapabilirdiniz. Oysa şimdi bu tarihsel eşik aşılmış gözüküyor. Bu saatten sonra iki halkın birlikte yaşamalarını sağlayacak çözümler vücut bulabilir ancak. Aksi takdirde beyhude can ve zaman kaybı yaşanacaktır. Kürtlerin Türkiye’deki reel koşulları bir Kürt devletinin kurulmasına müsaade etmiyor; bunu artık anlamamız lazım. Kürt ve Ermeni sorunları, yaşandığı yıllardaki tarihsel koşulları bakımından birbirlerine benzemektedirler.


Olay örgüsünü aşkla kurmayı tercih etmişsiniz. Sizce aşk, bu çetrefilli konuyu yeterince taşıyabilecek nitelikte mi?


Bence en can alıcı soru bu. Dikkatli okuyucular bazı şeyleri görebilirler. Romanın alt başlığına dikkat ettiyseniz ne demek istediğimi kolayca anlamışsınızdır. Bu alt başlık aslında konunun özüdür. 1915 olayları bize, yanılanların tarihin hışmından kurtulamadıkları gerçeğini gösterir bir bakıma. Hesabı iyi yapılmamış bir politik strateji kaybetmenize neden olur. Romandaki aşk da öyle... Toplumsal olaylarda nasıl ki duygusal tepkiler felaketlere neden oluyorsa, aşkta da yalnızca duygularla verilen kararlar kaçınılmaz olarak sizi mutsuzlukla buluşturur. Duygusallık işin romantik tarafıdır ve sizi bir süre mutlu edebilir. Ancak duygusallıkla kurulan ilişkiler mantık çerçevesinde şekillendirilemiyorsa başarısızlık kaçınılmaz olur. Taşnak partisinin soyut verilere dayanan politikasıyla, Gazi ve Sona’nın aşkı aslında aynı başarısızlık çerçevesinde görülebilir. Sonuçta ikisi de kaybetmiştir.


Tanrı yanılanları affetmez mi?


Ne yazık ki affetmiyor. Tarihin çöplüğü yanılan kavimlerin fosilleriyle dolu… Tarih kendi koşullarına ayak uyduramayan toplumlardan pek hoşlanmaz. Aynı şey siyasal anlayışlar ve düşünce akımları için de geçerlidir. Koşulları iyi okuyamazsanız adına hareket ettiğiniz bir halkı, aldığınız yanlış politik kararlarla tarihin uçurumuna kolaylıkla itebilirsiniz. Bu yanılgıyı sonradan fark edersiniz ama iş işten geçmiş olur. Hem düşüncenizi hem de arkanızdaki kitleyi tarihe gömmüş olursunuz.


Uğraş alanınız ile edebiyat arasında bir bağ yok sanırım; siz edebiyata dışarıdan gönül verenlerden misiniz


Yaşam, beklentilerimizin çoğu zaman uzağından geçer. Siz öğretmen olmak istersiniz ama birileri sizi doktor olmaya zorlar. Ya da siz edebiyatla veya sanatla uğraşmak istersiniz ama yaşam sizin bu eğiliminize geçit vermez ve sizi bilinen sorunların içine sürükler. Ama içinizdeki aşk gün gelir bir yerlerden fışkırır. Yani aşkı bastırmanın imkânı yoktur. Siz bir hava kabarcığını suyun içinde ne kadar süre saklı tutabilirsiniz. O kabarcık bir gün suyun yüzüne çıkacaktır. Birçok insanda olduğu gibi bende de öyle oldu. Aslında tarih ve edebiyat çocukluğumdan beri ilgimi çeken iki konuydu. Bu temeldeki derslerimi yüzde yüz başarıyla geçerdim. Hatta zamanı gelmeden konuları okur bitirirdim. Bugün tarihi bir roman yazmakla, saklı kalan bu aşkımın su yüzüne çıktığını görüyorum. Mutluyum.



1910’ların dünyasını oluşturabilmek için ne gibi araştırmalar, çalışmalar yaptınız?


:Her yazarın yapması gerektiği gibi işe, konuyla ilgili yazılmış kitapları okumakla başladım. Daha sonra anneannemin yaşadığı dönemdeki bazı ayrıntıları aile büyüklerimden dinlemeyle devam ettim. Ardından Erciş’teki kırka yakın yaşlı insanla o dönemin manzarasını çıkarmaya çalıştım. Ayrıca Ermeni tezlerine haklılık kazandıran birçok roman, anı ve makale okudum. Konuyla ilgili sayısız program izledim ki bu tartışmaların ufkumu açtığını söyleyebilirim. Bildiğiniz gibi son yıllarda bu konu sıkça tartışıldı. Hemen hemen bu yönde yapılan programların tamamını izledim. Dönemin fotoğrafını yakalamamda bir başka etken daha var. O da, yıllar önce İstanbul’da bir hastanede oda arkadaşım Artin isminde yaşlı bir amcayla tanışmış olmam gibi... Seksenindeki bu adamla bir hafta boyunca konuştum. Onunla anneannemin de Ermeni olduğunu söyleyerek dostluk kurdum. Atatürk’ün modern vizyonuna hayran biriydi. Dönemin profilini çıkarmamda Artin amcayla konuştuklarım etkili oldu.


Sizin bir de Ermeni kimliğiniz var yani?


Artık homojen bir ırk bulmak mümkün değil. Hepimizin kanında Kürt, Türk, Arap, Ermeni vs. birçok etnik gen bulunmakta… Bu gerçekten kaçamayız. Önemli olan kendinizi hangi kültüre dâhil ettiğinizdir. Genetik ırkçılık dönemi artık kapanmıştır. Kültürlerin özgürce yaşandığı demokratik toplumlar yaratmaktan başka çıkar yol yok.

Olay örgüsünü Eganis ve Van’la sınırlı tutmuşsunuz, merkez olarak özellikle Eganis’i seçmenizin bir özelliği var mı?


Aslen Karslıyım ancak yaklaşık 30 yılım bu civarda geçti. Kars’tansa burayı daha çok tanıyorum. Tarihini de çok iyi bildiğim bir bölge olduğu için olay zeminini buralardan seçtim. Romanda yaşananlar yalnızca Van-Erciş ekseniyle sınırlı değil; Erzurum, Rumeli, hatta İstanbul da romanda geçiyor. Kaldı ki konu her ne kadar Van-Erciş civarında yaşanıyorsa da bu çalışmada meseleye genel bir bakış da getirilmiştir.


Romanda çok kültürlülük vurgusu gözle görülür şekilde ön plana çıkıyor. Bu, romanda, neleri kaybettiğimiz üzerine verilen bir mesaj mı?


O dönem çok kültürlülük bir realite. Aynı bölgede Ermeniler, Kürtler, Türkler, Nasturiler, Yezidiler vs, bir arada yaşıyorlar. Tipik bir Osmanlı gerçeği… 1915’i anlatırken bu gerçeğe vurgu yapmadan geçebilir misiniz? Ayrıca her kültür bir çiçek demetinin içindeki renk gibidir. Tek renkli bir dünya kuşkusuz çok sıkıcı olurdu.


Sona’da olaylar 1913’de başlayıp 1915’de bitiyor. Burada bitirmenizin bir anlamı var mı?


Aslında ne yaşanıyorsa bu tarihler arasında yaşanıyor. Yani 1915 olayları bu iki tarih arasında yaşananlardan ibaret. Ancak dikkat ettiyseniz tehcir konusuna değinmemişim. Romanın son sayfalarına doğru ‘1915’ten 3 yıl sonra’ başlığı altında bir bölüm var. Öncü Ermeni Birlikleriyle Rusların bölgeyi işgali ve sonrasında yaşananları anlatmamışım. Bu üç yıllık dokunulmamış dönem, üzerine roman yazılabilecek bir dönem.


Peki, tehcir sürecini neden işlemediniz? Yoksa bu ikinci kitabın konusu mu?

Söylediğim gibi bu ‘Sona’’nın devamı niteliğindeki başka bir çalışmanın konusu. Bu dönemi merak eden okurlarım birkaç yıl daha beklemek zorunda kalacaklar. Zor ve araştırılmaya muhtaç bir dönem çünkü.


Romanınızın Türk Ermeni ilişkilerine katkı sağlayacağını düşünüyor musunuz?


Türk-Ermeni ilişkileri tamamen siyasi bir konu... Her iki taraf da insani ve psikolojik boyutuyla konuyu ele almıyor. Ayrıca uluslar arası çıkar ilişkilerinde de çeşitli ülkelerce istismar edilen bir konu. ‘Sona’’nın, sorunun insani boyutuyla ele alınmasına katkı yapacağını umut ediyorum.

Romanınızın edebiyat dünyasına ne gibi bir yenilik ya da bakış açısı getirdiğine/getireceğini düşünüyorsunuz?


Bu roman tarihi-politik bir çalışma. Türk Edebiyatında 1915 konulu romanlar yok denecek kadar az. Bu eser umarım bu yöndeki çabaları tetikler. Romanın dili ve üslubu konusunda nasıl bir etki yaratacağını şimdiden kestirmek çok zor. Bunun ileriki bir zamanda ortaya çıkacağını düşünüyorum.


Eyüp Altun
eyyupaltun@yahoo.com
Sona, Logos Yayınevi, 2. Baskı Mayıs-2009
Fotoğraflar için Ali Dağer'e teşekkürler.

İsmet Tunç
Mayıs 2009, Erciş

Erciş, Ruhsuz Kentler ve İnsanlar Üzerine...

Okuduğum birçok yazar biyografisinde sohbetlerin o yazarın ya da devrin insanının hayatında çok önemli olduğunu gördüm. Her yazar ya da devrin yazıyla, düşünceyle uğraşmış bilim insanları, filozofları, memurları, belli duyarlılıktaki kişileri periyodik olarak bir araya gelir ve fikir alış verişlerinde bulunurlarmış. Tabii o dönemlerde şatolar, saraylar, konaklar ve otantik süslemelerle bezenmiş hanlar vardı. Öyle bir yerde yapılacak bir dost sohbetinin günümüz pastane ya da kafesinde yapılacak sohbetle aynı tadı vermesi beklenemez.

2003–2007 yılları arasında bulunduğum Sivas’ta bu gibi tarihi ortamlarda yeterince bulunma şansım oldu. Bilen bilir; Sivas otantizmin adeta büyülü bir kalesi gibidir. İstisnasız birçok öğrenci oradaki kasvetli toplumsal yaşam ve soğuktan olsa gerek, bir önce okuldan kaçmayı ya da okulu bitirip soluğu evde almayı düşünmüştür. Ben de ise, bu anlayışın tersine Sivas’a karşı derin bir bağlılık hissi oluştu. Tarihi bir handa ya da medresede sohbetinden zevk aldığınız arkadaş ya da hocalarınızdan bazılarıyla geçirdiğiniz vakitler, ettiğiniz sohbetler, sizde insanlara ve hayata karşı daha iletişim yolunun açılmasını sağlıyor.

Sohbetin tarzı ile insanın hayata bakış arasında ciddi bağlar olduğuna inananlardanım. Eğer ki, hayat felsefeniz günlük rutin işler üzerine kurulmuş ve sınırlı bir mekânda yine sınırlı olay ve olgulardan oluşuyorsa sizin için hayatın can alıcı noktalarının olduğunu söylemek biraz güç. Paylaşım derin düşüncelerin belli kanallardan dost ortamındaki beyinlere ulaşıp geri dönüşte sizde kimi kazanımlar olarak kalmasıdır.

Erciş böyle bir ortam için çok yavan bir yer; düşüncenin bireysel bazda kaldığı ve kuramsal olarak pek bir dayanağının olmadığı, bölük- pörçük bir görüntü sunmakta. Sudan çıkmış bir balık gibi iki yıldır oradan oraya kendi evinin yoluna giden ve her defasında bu eylemi koşar adımla yapan bir birey olarak, son birkaç haftadır ve geçen yıldan da ayda bir de olsa gerçekleştirdim dost sohbetlerinden biraz olsun bahsetmek istiyorum.

Fırsat buldukça Selahattin Koşar hocamla bir kahvehane bulup uzun uzun sohbet etmeye çalışırız. Bu, uzun zamandır fırsat buldukça gerçekleştirdiğimiz bir eylem. Tabii, geçmişten söz açılınca araya katılan en güzel sohbet demeti de anılar oluyor. Beni en çok sevindiren ise Selahattin Koşar’ın, bu konuda iyi bir hafızaya sahip olması. Selahattin hocanın uğraş alanı Erciş araştırmaları olduğu için sosyal çevresi oldukça geniş. Geçmişteki birçok ayrıntıya şahitlik etmiş biri. Bunları kendine has üslubuyla anlatışı yüzlerde tatlı tebessümler bırakıyor. Detayları o kadar çekici ve manalı anlatıyor ki can kulağıyla olayı dinlemekten kendinizi alamıyorsunuz.

Son dönem sohbetleri Sona’nın yazarı sevgili Eyyüp Altun ile yapıyoruz. Hakkını teslim etmek gerekir ki, Eyüp Bey, kendisini son derece iyi yetiştirmiş, geliştirmiş bir beyefendi. Canlı, samimi ve dostane bir tavrı var. İlgi alanı genelde tarih; özellikle de Osmanlı’nın son dönem politikası, İttihat ve Terakki Cemiyeti, Ermeni, Kürt sorunu, yakın politik ve siyasal olaylar, dünya siyaseti ve tarihi… İlgilendiği konular bu şeklinde devam edip gidiyor. Eyyüp Altun’un zamanında çokça okuyup masada dirsek çürüttüğü üslubundan hemen belli oluyor. Fırsat buldukça kaynak kitap ödünç alıp- veriyor ve bilgi dağarcığımızdan istifade etmeye çalışıyoruz. Bir birimizden ayrılırken içtiğimiz çayların tadı uzun zaman damağımızda kalıyor.

Eyyüp beyle sohbetlerimizin birinde güzel bir tesadüf yaşadık. İlçemizin felsefe okuyan ve yüksek lisansını bitirmek üzere olan bir genciyle, Harun Çağan ile tanışma fırsatımız oldu. Eyyüp Bey’in aracılığında güzel bir dostla sohbet imkânı yakalamak güzeldi. Yazılarından tanıdığımız Harun beyle karşılıklı oturup sohbet ettik. Düşündüm de, her biri bir kenarda tek başına parıldamaya çalışan onca değerli taşımız var ama bir araya gelemedikleri için ışıkları ancak küçük bir alanı aydınlatıyor. Oysa bu değerlerin bir araya gelmesi durumunda koca bir ışık topu oluşacak ve nice karanlık alanlar aydınlıkla buluşacaktı. Bu parlayan taşlarla bir kıvılcım çakmamız durumunda ne harikalar yaratırdık kim bilir!

Son dönemin en güzel olayı da, yine kalabalık bir sohbet içinde aniden kendimizi buluvermemizdi. Eyyüp Bey’in bir telefonuyla gittiğim Ali Dağer’in iş yerinden, Selahattin Koşar ve okul müdürü Tarkan bey ile yine başka bir öğretmen olan Muzaffer Bey ile sohbet imkânımız oldu. Hayırlı bir olayın küçük bir kutlamasına denk gelmemiz güzel bir tesadüftü. Konuklardan bazılarının işlerinden dolayı masadan erken kalkması sohbetimizi aksatmadı. Erciş’te yazar olmak, yazarların gördüğü ilgi, kültür, sanat ve edebiyattaki eksikliklerimiz, neler yapmamız gerektiği gibi konularda güzel bir sohbetin ardından herkes evinin yolunu tuttu.

Kentlerin gelişmişlik ölçütleri bilime, sanata, edebiyata verdikleri değerle ölçülür. Caddelerinde en lüks otolar fink atsın, mağazaları en can canlı vitrinlerle bezensin, alım gücü çok yüksel bir toplum yaratılsın; eğer ki bilim, sanat, edebiyat, felsefe gibi sosyal konularda entelektüel bir hava yoksa o kent ölü bir kenttir ve ruhunu kaybetmiştir. İnsan konuşmak istiyor. Okuduklarını, düşündüklerini aktarmak, nerde hatalı olduğunu, eksik olduğunu karşı tarafın yardımıyla görmek istiyor. Bizlerin yarattığı sterotipler şaşmaz nitelikler göstermekte. “Oğlum memur olsun yeter” mantığındaki aileler sadece çocuğun kazandığı maaşı düşünmekte. Oysaki ruhu aç olan bir insanın maaşının onu ne derece doyuracağını derin derin düşünmemiz gerekiyor. Ne yazık ki insanlar bunun farkında değiller. Bu yazının yazıldığı tarihten sadece bir gün önce “bizler okumayalı çok oldu” diyen, daha otuzuna bile gelememiş bir öğretmen arkadaşımdan duyduğum bu sözler durumun ne kadar vahim olduğunu bir kez daha hatırlattı bana.

Ne var ki farkındalık birinci derecede toplumun işi olmayabilir. Fakat toplumu yönetme iddiasında olan erk bu olumsuz durumdan kendini soyutlayabilir mi? Şehri yönetmek kanalizasyon ya da ışıklandırma sorunlarının giderilmesinden ibaret olmamalı. Bunlar giderilmesi gereken maddi sorunlar hiç kuşkusuz. Ancak bir yerleşim yerinin sorunları bunlardan ibaret değildir. Kültürel doku ve onu çeşitli ürünlerle ayakta tutmaya çalışan yazar, fotoğrafçı, ressam, şair gibi unsurların uygarlığın en temel öğeleri olduğunu unutmamak gerekir. Onlara verilecek destek o şehrin uygarlık seviyesinin göstergesi olacaktır. Avrupa’yı uygarlık yapan onların yazarları, şairleri ressamları ve sanatçılarıdır. Geçmişine dönüp baktığında Avrupa bunlarla haklı olarak övünmektedir. Puşkin, Dostoyevski, Tolstoy ve benzerleri olmasaydı Rus toplumu ne derece mutlu olurdu?

Sanatçılar, yazarlar, şairler bir şehrin ruhudur. Ruhsuz beden bir işe yaramayacağı gibi ruhsuz bir şehir de hiçbir işe yaramayacaktır. Edmondo de Amicis 1874 yılında İstanbul için, “günde yüz bin kişinin geçtiği köprüden on yılda bile bir fikir geçmiyor” diyordu. Aradan yüz otuz beş yıl geçti. Hala yığınlar geçiyor bir yerlerden, hala fikirler arka planda ya da arka plan boş...

İsmet Tunç


GELENEKSEL KESİMDE KADININ EKONOMİDEKİ ROLÜ VE TOPLUMSAL STATÜSÜ

Geleneksel diye tabir ettiğimiz kesim; kırsal yaşam biçimine sahip ve genelde tarım ve hayvancılıkla geçinen halkı ifade etmektedir. Geleneksel kesim ailesinin genellikle aynı bakış açısıyla değerlendirilmesinin temel nedeni; hayat standartlarının altında yaşam savaşı vermeleridir. Bu durumda gerek erkek gerekse kadın ekonomik anlamda kaygı duyarlar. Bu kaygıyı gidermek ataerkil toplumlarda erkeğin işidir. Bunu yanında kadın da ekonomide belirleyici bir faktör olarak ev ekonomisine katılır ya da kimi yerlerde buna zorlanır.

Özellikle ekonomik anlamda kadının etkinliği dünyanın hemen her yerinde benzerlik gösterirken, toplumdaki sosyal statüsü önemli derecede farklılık gösterir. Bunun temel birkaç nedeni; o toplumun politik, sosyo-kültürel, dinsel, ekonomik, eğitim gibi yaşamı düzenleyen faktörlerinin farklılığıdır. Özellikle o toplumun dinsel yapısı kadının toplumdaki yerine önemli derecede etki eder, çünkü dinsel kurallar kadın erkek arasındaki çizgiyi kesin olmasa da önemli derecede belirtmiş, kadın-erkek ilişkisinin temel alındığı eşitlikçi aile yapısının ortaya çıkmasına engel olarak, erkek otoritesinin kesin olarak ortaya çıkmasına ve o topluma yerleşmesine neden olmuştur. Başat faktörün erkek olduğu bir toplumda kadın her zaman erkeğin gölgesinde yaşamaya mecbur kalmıştır, bunda kadının ekonomik olarak erkeğe bağlı olması en önemli etkendi

Dinsel ve diğer belirleyici faktörler kadar, yaşanılan coğrafyanın da kadının toplumdaki yeri ve rolü üzerinde etkisi vardır. Yerleşimin kırsalda olduğu bölgelerde gerek hava şartları gerekse yiyecek elde etmekteki zorluklar erkeğin daha sert bir kişilik kazanmasına neden olur. Bu da erkeğin ev yönetiminde daha otoriter olmasına yol açarken, kadını daha fazla baskı altında tutar ve bir anlamda kadını pasifleşmesine neden olur. Erkek çocuğu, yetişkinliğe gelinceye kadar ki süreçte ev ekonomisine özellikle tarım alanlarında, hayvanların beslenmesi ve bakımında aktif rol oynar. Kış aylarının çetin geçtiği bölgelerde özellikle hayvanların bakımı ve besin temin etme oldukça güç şartlarda yapılır. Erkeğin küçük yaştan itibaren bu ve benzeri temel görevler üstlenmesi, onun yetişkinlik sürecinde gittikçe daha sert bir kişilik kazanmasına neden olur. Ev yönetiminde daha otoriter, daha bir şiddet unsurları içeren hal ve hareketler sergiler. Daha kavgacı bir kişiliğe bürünür, çünkü mevcut şartlar bunu gerektirdiği için ve eğitimin tam anlamıyla uygulanmamasından kaynaklanan kişilik gelişimindeki bozukluk ve aksaklıklar, özellikle zor şartlarda yaşayan bu yörelerde erkeklerin kadınlara hiçte insancıl olmayan bir şekilde davranmalarına neden olur. Bu yörelerde kadın genellikle mutlak erkek egemenliği altında yaşar. Bu durum yaşlılık dönemine doğru değişim gösterir, çünkü yaşlanan baba yerini genellikle olağan bir durum olmazsa en büyük oğluna bırakır. Yaşlanan kadınlar, biraz daha rahat hareket ederler ve erkeklerin yanında önemli kararları tartışmakta bir sakınca görmezler ve genelde söyledikleri sözler erkeklerinkiyle bir tutulur.

Çok kadınla evliliğin olduğu toplumlarda evin birinci hanımı genelde toplumsal olarak herkesçe kabul edilen erkeklere özgü özelliklere sahiptir. Erkekler meclisinde oturur, onlarla tartışmaktan çekinmez hatta geleneksel kesimde çok yadırganan bir durum olan kadının sigara içmesi durumu onun için geçerli değildir. Bu durum çoğu ailede evin en yaşlı kadını için de geçerlidir.

Kadın, geleneksel kesimde her ne kadar ikinci planda görülse de gerçekte evin ekonomik olarak yönetilmesi tamamen olmasa da kısmen onun elindedir. Evin ihtiyaçları kadın tarafından belirlenir, erzaklar dönemlik olarak erkek tarafından temin edilir, kimi zaman bu alımlar yılda bazen bir kez yapılır. Evin hemen her türlü ihtiyacı karşılanır ve yiyecekler tamamen kadının denetimi altındadır. Kadın savurganlığa karşı son derece dikkatlidir. Dikkat edilmeden yapılan yiyecek tüketimi planlanan süreden önce biterse ek geliri olmayan ya da herhangi bir birikimi olmayan ev halkı zor günler yaşayabilir. Erkek kadın gibi evdeki önemsiz görülen ama gerçekte büyük bir önem teşkil eden yiyecek kullanımı konusunda hassasiyet göstermez, çünkü kadın bu zamana gelinceye kadar yani evlenmeden önce bir evin ekonomik olarak asıl idare edileceğini annesinden öğrenir. Anne bilinçli olarak mutfaktaki her türlü detayı kıza küçük yaştan itibaren öğretir. Evlenme yaşı gelen genç kız yeni evinde bu detaylara dikkat ederse kısa zamanda aile içindeki saygınlığını en üst seviyeye çıkarır çünkü geleneksel kesimde gelinin geldiği eve bolluk ve bereket getirdiğine inanılır. Savurganlık yapan gelin o ev için felaket demektir.

Temelde kadının başlıkla alınması, güzelliğiyle pek doğru orantılı değildir. Her ne kadar ki, güzellik önemli ise de temelde kızın çalışkanlığı ve gündelik işlerdeki becerikliliği temel koşul sayılır. Kızın babasının toplumsal statüsü burada çok önemlidir. Toplumda sözü dinlenen, kendisine saygı duyulan, mal-mülk sahibi bir kız babasının alacağı başlık parasıyla; orta halli birinin alacağı başlık parası aynı değildir. Yüksek miktarda başlık parası veya değerli mal karşılığı gelin gelen kız ailelerin mevcut birey sayıları potansiyelini büyük oranda değiştirecektir. Bu yöndeki münasebetler kesinlikle düğünle sınırlı kalmayıp toplumsal olarak oluşacak, iştiraki gerektirecek her durum ve ortamda birlikteliği özel durumlar dışında mecburi kılar. Bu durumlar sünnet, düğün, kavga ve benzeri tatsızlıklarda destek çıkma şeklinde sıralanabilir. Dünür olan aileler çevreye de bir anlamda mesaj da vermiş olurlar, herhangi tatsız bir durumda yalnız olmadıklarını, belli bir gücün arkalarında olduğu mesajıdır bu. Bu ve daha sıralayamadığımız daha pek çok neden o toplumun kadına ve kadın gerçeğine yaklaşımını belirler.

Kadının şiddete maruz kalmasının en önemli nedeni az önce açıklamaya çalıştığımız gerçekler ışığında aranmalıdır. Çünkü bu düşünceyle yetişen nesiller kadını tamamen egemenlikleri altında, istedikleri gibi muamele edebilecekleri, belki de yıllarca topladığı mal varlığının elinden kayıp gitmesine neden olarak gördüğü kadını, en küçük olumsuzlukta elindeki başlık kozu sayesinde dövmekte, hırpalamakta çoğu zaman ona önemli kararlarda söz hakkı dahi vermeyerek bir anlamda ailedeki otoritesini başlık sayesinde meşrulaştırmaktadır. Şehirleşmenin giderek artmasıyla bu “feodal dönem kalıntıları” uygulamalar yavaş yavaş değişmektedir. Kadının kendisini toplumun bir bireyi olarak görmesi bu çağ dışı uygulamaları büyük oranda azaltmıştır. Yıllarca tanık olduğumuz hoş olmayan kadına yönelik şiddet büyük oranda eğitimsizlikten kaynaklanmaktadır. Söylenen her şeyin koşulsuz kabul edilmesi, sorgulanmasının tabu olduğu düşüncesi, yıllarca yapılan yanlışların sorgulanmasını, araştırılmasını engellemiş; bilim ve teknolojik alandaki gelişmeler, insanları yeni arayışlara yönlendirirken; yıllarca yapılan yanlışların da sorgulanması, düzeltilmesi gereğini ortaya koymuştur.

Hayvancılık ve tarımla geçinen yörelerde, kadın elinin değmediği bir işten söz etmek nerdeyse imkânsızdır. Evde beslenilen hayvanların bakımı erkekle birlikte yapılır kimi zaman da erkeğin evde olmadığı zamanlarda bu iş genellikle kadının omuzlarındadır. Kışın evde beslenilen hayvanlar baharın gelmesiyle yaylaya çıkarılır, uzun süre yaylada tutulur. Burada da erkeğin en büyük destekçisi ve yardımcısı yine kadındır. Kadın hayvanlardan sağlanan besinin bir kısmını ev için ayırırken, bir kısmını da pazarda satması için kocasına verir. Hatta kadın bunların fiyatlarını çoğu kez kocasına defalarca tekrarlar ve malın ya da besinin değerinin altında satılmamasını tembihler, çünkü erkekler pazarlık konusunda pek sabırlı olmayıp bazen malın ya da besinin asıl fiyatı üzerinde fazla durmazlar. Böylece ev ekonomisini erkekle beraber kontrol eder ve daha da gelişmesini sağlar. Kadın bu benzeri işleri hiçbir zaman bir zorunluluk ya da başka bir şekilde söylemek gerekirse kendisini buna mecburi hissetmez, kadın psikolojik olarak kızlık zamanlarından yetişkinliğe gelinceye kadarki süreçte kendisini bu işler içinde bulduğu için bunu doğal bir olay olarak kabul eder. Ev onun için sadece kocanın ekmek getirmekle yükümlü olduğu, sadece erkeğin olmadığı zamanlarda koruyup kollayacağı bir yer olmaktan ziyade, evin gelişmişliği için kendisinin de mutlaka katkısın olmasını istediği -daha bir kutsallık taşıyan- bir yerdir.

Kız çocukları ergenliğe hatta bu döneme gelmeden bile ev işlerinde aktif şekilde çalışmaya başlarlar. Bu durum yadırgayıcı sayılmaz çünkü yaşam koşulları bunu gerektirir. Ekonomik olarak kendi kendine yetinemeyen toplumlarda kadınlar kimi zaman erkeklerin yüklendikleri kadar sorumluluk yüklenirler. Bu durum ilkin bir mecburiyetin ötesine geçmezken daha sonra kültürel bir kabul olarak görülür. Herkesin hemen aklına gelecek bir örnek verirsek; Karadeniz’de dik yamaçları kadınların nasıl oluyor da sırtlarında kimi zaman elli hatta altmış kiloya varan ağırlıkları taşıdıklarını hepimiz hayretle görmüşüzdür. İlkin bunun tamamıyla erkek işi olduğu aklımıza gelir, ama Karadeniz erkekleri çoğunlukla iş umuduyla şehir dışına hatta yurt dışına çıktıklarından bu ve benzeri zor işler tamamen kadınların omuzlarına bindi. İlkin mecburiyetten kaynaklanan ama zamanla kültürel bir özellik kazanan bu durumun, artık herkes tarafında bilindiği aşikâr. Hatta günümüzde erkeklerin kahvede boş vakit geçirirken kadıların dik yamaçları çıktıkları bugün için artık bilinen bir gerçek.

Kırsal kesim kadını hayatlarından şikâyetçi olmanın pek de yarar getirmeyeceğinin farkında, çünkü mevcut aile otoritesine başkaldıracak ne bir desteğe sahipler ne de haklı gerekçelerlini anlatabilecekleri bir özgüvene. Bugün için yavaş yavaş değişen kaderlerinin gölgesinde daha rahat bir hayat sürmenin çabası içindeler. Bu şansı yakalayamayanlar ise şehirleşmenin getireceği olanakları daha çok bekleyeceğe benziyorlar. Kırsal kesimde hayat standartları geliştiği zaman geleneksel yolla yapılan her türlü uygulama yavaş yavaş değişikliğe uğrayacağa benziyor. çünkü ekonomik kaygıyla kadının çalıştırılması ya da kadının çalışmayı kendine görev bilme düşüncesi değişecektir. O zaman kadın ekonomik boyuta farklı açılardan yaklaşma eğilimi gösterecektir. Eğitim olanaklarının iyileşmesi sonucu, fiziksel güce dayanan ekonomiye katkı, ekonomik özgürlüğün kazanılmasıyla farklı alanlarda ve tabi ki farklı biçimde olacaktır.

İsmet Tunç