2003–2007 yılları arasında bulunduğum Sivas’ta bu gibi tarihi ortamlarda yeterince bulunma şansım oldu. Bilen bilir; Sivas otantizmin adeta büyülü bir kalesi gibidir. İstisnasız birçok öğrenci oradaki kasvetli toplumsal yaşam ve soğuktan olsa gerek, bir önce okuldan kaçmayı ya da okulu bitirip soluğu evde almayı düşünmüştür. Ben de ise, bu anlayışın tersine Sivas’a karşı derin bir bağlılık hissi oluştu. Tarihi bir handa ya da medresede sohbetinden zevk aldığınız arkadaş ya da hocalarınızdan bazılarıyla geçirdiğiniz vakitler, ettiğiniz sohbetler, sizde insanlara ve hayata karşı daha iletişim yolunun açılmasını sağlıyor.
Sohbetin tarzı ile insanın hayata bakış arasında ciddi bağlar olduğuna inananlardanım. Eğer ki, hayat felsefeniz günlük rutin işler üzerine kurulmuş ve sınırlı bir mekânda yine sınırlı olay ve olgulardan oluşuyorsa sizin için hayatın can alıcı noktalarının olduğunu söylemek biraz güç. Paylaşım derin düşüncelerin belli kanallardan dost ortamındaki beyinlere ulaşıp geri dönüşte sizde kimi kazanımlar olarak kalmasıdır.
Erciş böyle bir ortam için çok yavan bir yer; düşüncenin bireysel bazda kaldığı ve kuramsal olarak pek bir dayanağının olmadığı, bölük- pörçük bir görüntü sunmakta. Sudan çıkmış bir balık gibi iki yıldır oradan oraya kendi evinin yoluna giden ve her defasında bu eylemi koşar adımla yapan bir birey olarak, son birkaç haftadır ve geçen yıldan da ayda bir de olsa gerçekleştirdim dost sohbetlerinden biraz olsun bahsetmek istiyorum.
Fırsat buldukça Selahattin Koşar hocamla bir kahvehane bulup uzun uzun sohbet etmeye çalışırız. Bu, uzun zamandır fırsat buldukça gerçekleştirdiğimiz bir eylem. Tabii, geçmişten söz açılınca araya katılan en güzel sohbet demeti de anılar oluyor. Beni en çok sevindiren ise Selahattin Koşar’ın, bu konuda iyi bir hafızaya sahip olması. Selahattin hocanın uğraş alanı Erciş araştırmaları olduğu için sosyal çevresi oldukça geniş. Geçmişteki birçok ayrıntıya şahitlik etmiş biri. Bunları kendine has üslubuyla anlatışı yüzlerde tatlı tebessümler bırakıyor. Detayları o kadar çekici ve manalı anlatıyor ki can kulağıyla olayı dinlemekten kendinizi alamıyorsunuz.
Son dönem sohbetleri Sona’nın yazarı sevgili Eyyüp Altun ile yapıyoruz. Hakkını teslim etmek gerekir ki, Eyüp Bey, kendisini son derece iyi yetiştirmiş, geliştirmiş bir beyefendi. Canlı, samimi ve dostane bir tavrı var. İlgi alanı genelde tarih; özellikle de Osmanlı’nın son dönem politikası, İttihat ve Terakki Cemiyeti, Ermeni, Kürt sorunu, yakın politik ve siyasal olaylar, dünya siyaseti ve tarihi… İlgilendiği konular bu şeklinde devam edip gidiyor. Eyyüp Altun’un zamanında çokça okuyup masada dirsek çürüttüğü üslubundan hemen belli oluyor. Fırsat buldukça kaynak kitap ödünç alıp- veriyor ve bilgi dağarcığımızdan istifade etmeye çalışıyoruz. Bir birimizden ayrılırken içtiğimiz çayların tadı uzun zaman damağımızda kalıyor.
Eyyüp beyle sohbetlerimizin birinde güzel bir tesadüf yaşadık. İlçemizin felsefe okuyan ve yüksek lisansını bitirmek üzere olan bir genciyle, Harun Çağan ile tanışma fırsatımız oldu. Eyyüp Bey’in aracılığında güzel bir dostla sohbet imkânı yakalamak güzeldi. Yazılarından tanıdığımız Harun beyle karşılıklı oturup sohbet ettik. Düşündüm de, her biri bir kenarda tek başına parıldamaya çalışan onca değerli taşımız var ama bir araya gelemedikleri için ışıkları ancak küçük bir alanı aydınlatıyor. Oysa bu değerlerin bir araya gelmesi durumunda koca bir ışık topu oluşacak ve nice karanlık alanlar aydınlıkla buluşacaktı. Bu parlayan taşlarla bir kıvılcım çakmamız durumunda ne harikalar yaratırdık kim bilir!
Son dönemin en güzel olayı da, yine kalabalık bir sohbet içinde aniden kendimizi buluvermemizdi. Eyyüp Bey’in bir telefonuyla gittiğim Ali Dağer’in iş yerinden, Selahattin Koşar ve okul müdürü Tarkan bey ile yine başka bir öğretmen olan Muzaffer Bey ile sohbet imkânımız oldu. Hayırlı bir olayın küçük bir kutlamasına denk gelmemiz güzel bir tesadüftü. Konuklardan bazılarının işlerinden dolayı masadan erken kalkması sohbetimizi aksatmadı. Erciş’te yazar olmak, yazarların gördüğü ilgi, kültür, sanat ve edebiyattaki eksikliklerimiz, neler yapmamız gerektiği gibi konularda güzel bir sohbetin ardından herkes evinin yolunu tuttu.
Kentlerin gelişmişlik ölçütleri bilime, sanata, edebiyata verdikleri değerle ölçülür. Caddelerinde en lüks otolar fink atsın, mağazaları en can canlı vitrinlerle bezensin, alım gücü çok yüksel bir toplum yaratılsın; eğer ki bilim, sanat, edebiyat, felsefe gibi sosyal konularda entelektüel bir hava yoksa o kent ölü bir kenttir ve ruhunu kaybetmiştir. İnsan konuşmak istiyor. Okuduklarını, düşündüklerini aktarmak, nerde hatalı olduğunu, eksik olduğunu karşı tarafın yardımıyla görmek istiyor. Bizlerin yarattığı sterotipler şaşmaz nitelikler göstermekte. “Oğlum memur olsun yeter” mantığındaki aileler sadece çocuğun kazandığı maaşı düşünmekte. Oysaki ruhu aç olan bir insanın maaşının onu ne derece doyuracağını derin derin düşünmemiz gerekiyor. Ne yazık ki insanlar bunun farkında değiller. Bu yazının yazıldığı tarihten sadece bir gün önce “bizler okumayalı çok oldu” diyen, daha otuzuna bile gelememiş bir öğretmen arkadaşımdan duyduğum bu sözler durumun ne kadar vahim olduğunu bir kez daha hatırlattı bana.
Ne var ki farkındalık birinci derecede toplumun işi olmayabilir. Fakat toplumu yönetme iddiasında olan erk bu olumsuz durumdan kendini soyutlayabilir mi? Şehri yönetmek kanalizasyon ya da ışıklandırma sorunlarının giderilmesinden ibaret olmamalı. Bunlar giderilmesi gereken maddi sorunlar hiç kuşkusuz. Ancak bir yerleşim yerinin sorunları bunlardan ibaret değildir. Kültürel doku ve onu çeşitli ürünlerle ayakta tutmaya çalışan yazar, fotoğrafçı, ressam, şair gibi unsurların uygarlığın en temel öğeleri olduğunu unutmamak gerekir. Onlara verilecek destek o şehrin uygarlık seviyesinin göstergesi olacaktır. Avrupa’yı uygarlık yapan onların yazarları, şairleri ressamları ve sanatçılarıdır. Geçmişine dönüp baktığında Avrupa bunlarla haklı olarak övünmektedir. Puşkin, Dostoyevski, Tolstoy ve benzerleri olmasaydı Rus toplumu ne derece mutlu olurdu?
Sanatçılar, yazarlar, şairler bir şehrin ruhudur. Ruhsuz beden bir işe yaramayacağı gibi ruhsuz bir şehir de hiçbir işe yaramayacaktır. Edmondo de Amicis 1874 yılında İstanbul için, “günde yüz bin kişinin geçtiği köprüden on yılda bile bir fikir geçmiyor” diyordu. Aradan yüz otuz beş yıl geçti. Hala yığınlar geçiyor bir yerlerden, hala fikirler arka planda ya da arka plan boş...
İsmet Tunç
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder