Kahvehaneden İnsan Manzaraları
Her seçim döneminde seçim havası günlük yaşama iyice siner. Bu durumda halkın nabzını tutmak için en iyi yöntemlerden biri kahvehanelere şöyle bir göz atmak, sağa sola kulak vermek ve tanımadığınız birinin masanızda oturup kırk yıllık siyasetçi edasıyla size nutuk çekmesini sabırla dinlemek olabilir. Bu yöntemle demokrasi anlayışımızın geldiği noktaya da bakabilmek mümkün. Malum, içinde bulunduğumuz kesim daha doğrusu yaşam biçimimiz sosyolojik bir olgu olan ikincil tür topluluklar kategorisinde yer alıyor. Yani bireyselden çok topluluk esasına göre iletişim kuruyoruz.
Toplum ile topluluk arasındaki fark bu yaşam biçimi ve iletişimdeki algıda saklı. Alman sosyolog Ferdinand Tönnies, 1881 yılında doktora tezi olarak sunduğu çalışmasında sanayi öncesi ve sanayi sonrası toplumlar olarak kategorize edeceği bir ayrımı sosyoloji dünyasına kazandırmıştı. Ona göre sanayi öncesi toplumları yaşam biçimleri bakımından “topluluk” olarak değerlendirilirler; yaşam biçimleri bakımından toplum kategorisine girenler ise, sanayi sonrası toplumda kurulan düzende kendine yaşam hakkı elde eden ve kendini toplumun ağır iletişim ağlarından sıyırıp, bir şekilde kendi çabalarıyla kurduğu dünyasında yaşamaya çalışan kitlelerdi. Kızılçelik, “Tönnies, kırsal alandaki ilişkiler ile kentsel alandaki ilişkilerin farklılığını ifade edebilmek için topluluk ve toplum terimlerine başvurur” der. Bu bağlamda düşündüğümüzde toplumumuzdaki yaşam tipinin bizleri nasıl şekillendirdiğini de anlamak mümkündür. Seçimlere değinirken hangi algılara göre hareket edeceğimiz de bu ayrıntıda kendisini ele vermektedir; yani, şehirlerdeki haliyle; bireyi etkilemek yerine kırsalda izlenecek yöntem bireylerin temsil ettiği iktidarları ikna etmek yeterlidir; bu iktidar ise şehirde aile büyüğü, aşiret lideri; köyde ise genel olarak köyün menfaatleri gözetilerek tüm köylüyü ya da ağırlığı hissedilen aşiretleri ikna etmedir.
Tekrar baş paragrafa dönersek sosyolojik analizin bizlerin seçim ile sosyoloji arasındaki bağlantıda örtüştüreceğini göreceğiz. Kahvehanede birlikte çay içtiğimiz arkadaşın tanığı olması hasebiyle masaya buyur ettiğimiz yaşlı amca karşısında gençleri görünce sevindi, sorduğumuz sorulara içtenlikle ve kendi siyasi deneyimlerinden de yararlanarak cevap vermeye çalıştı. Esasen yaşlıları iyi birer hikâye anlatıcısı olarak kabul etmek gerek. Biz gençlerin ve daha ileri yaştaki bireyler sade ve tek düze anlatımı yeğleriz. Oysaki yaşlılar bir konuyu anlatırken daldan dala atlamaya bayılırlar. Başlarından geçenleri sıralar, zamanında hangi partiyle alakadar olduklarını, sonra hangi partileri tercih ettikleri, bunların gerekçelerini anlatırlar. Kendilerini dinleyen birilerinin olması onları çok sevindirir; çünkü yaşlılar gençlere bir şeyler aktardıklarını hissettikleri an çok mutlu olurlar. Zaman zaman gizli sırlarını bile ifşa etmekten sakınmazlar. Eğer ki iyi bir dinleyiciyseniz satır aralarında birçok güzel hikâye yakalayabilirsiniz.
Yaşlı amca Erciş merkezde oturmuyor, Erciş’e yaklaşık
Erciş yüzölçümü olarak büyük olmasına karşın ilişkiler Tönnies’in belirttiği şekliyle “senli-benli, yüz yüze, samimi ve süreklidir.” Dolayısıyla kan bağı, komşuluk, arkadaşlık, akrabalıktan kaynaklanan ve aynı safta bulunma mecburiyeti, birey olmaktan çok toplu hareket etmeyi gerekli kılmaktadır. Siz ne kadar da “ben henüz parti politikasını görmedim, dolayısıyla oyumun rengi belli değil” deseniz de, karşınızdaki size; amcanızın, dayınızın, babanızın ya da herhangi bir aile büyüğünüzün başka yerde görülmesinden dolayı sizi de aynı mantıkla o gruba dâhil etmektedir. Aile büyüğü ile başlayan bu kısır karar alma süreci sizleri ister istemez o şekil bir oluşumun parçası olarak göstermekte, o oluşuma destek vermeseniz bile destekçi gözükmekten kurtulamazsınız; bu bir etikettir, değişmez ve gerçek gibi gözükür. Tıpkı o yaşlı amcanın iki-üç oyu olmasına karşın aileyi temsil etmesi tüm ailenin o partinin mensubu olarak lanse edilmesi gibi. Ya da bazen aile arasında ihtilaf çıkar, ailenin bir bölümü başka partiyi desteklerken diğer bölümü ise başka bir partiyi destekler. Bunun altında iktidardan faydalanma öngörüsü önemli derecede etkendir. Bu, Erciş’te sıkla karşılaşılacak bir olgudur. Demokrasinin gereği olan bireyin özgür seçme hakkı kırsal kesim insanı için (Erciş dâhil) henüz içselleştirilmeyen bir özellik olarak varlığını korumaya devam edecektir.
Seçim argümanları: reklamlar, süslemeler, gürültüler ve lider anlayışı
Seçimin olmazsa olmazlarından biri de reklamlardır. Türk siyasi tarihine geçmiş ve birer aforizmaya dönüşmüş sloganlar hafızalarımızdan henüz silinmedi. Bu gelenek günümüz seçim atmosferinde de varlıklarını sürdürmektedir.
Siyasilerin seçmenlerine ulaşmak için tercihlerde daima görüntü ve ses üzerine kurdukları bir stratejiye göre hareket ettiklerini görmekteyiz. Erciş için de bu durum fazlasıyla göz önünde yaşanmaktadır. Gelenekselliğin ağır bastığı yerlerde herkese ulaşma isteği, kişileri beli tercihlere yöneltir. Görüntüde ne kadar göz önündeyseniz, seçimi kazanmanız o derece yakın gözükmektedir. Simgesini taşıdığınız siyasi oluşumun her yerde göz önünde olması için elinizden geleni yaparsınız.
Erciş caddeleri, seçim döneminde partilerce boydan boya bayraklarla süslenir. Bu şekilde hangi partinin muhitinden geçtiğinizi de anlamış olursunuz. Caddeler enine olacak şekilde süslenerek, seçim için partinin kuvvetli olduğu vurgusu yapılır. İnsanların alışkanlıklarından olsa gerek, sesi soluğu çıkmayan partinin seçimde bir iş yapamayacağı düşüncesi herkeste ağırlık kazanan bir düşüncedir.
Seçimlere iki ay gibi uzun bir süre kalmasına karşın, özellikle çarşı merkezinde başlamak üzere mahalleleri de kapsayan anonslar duyulur. Seçim için hazırlanan araçlar neredeyse gündüz boyunca durmadan seçim şarkıları, marşlar söyler, seçim propagandası yaparlar. Oldukça ürkücü bir ses çıkaran bu yöntem, halkın seçime kadarki süreyi bu şekilde geçirmesine neden olur.
2006 yerel seçimleri öncesinde Türkiye’de bulunan Hollandalı yaşlı bir çift (sanırım İzmir‘de) CHP lideri Deniz Baykal’ın miting alanında hararetli şekilde hükümete verip veriştirmesine, her bağırışından sonra katılımcıların çılgınca bağırarak sloganlar atmalarına çok şaşırmışlardı. Haliyle onların memleketlerinde iletişim daha farklı yollardan ve bu şekilde yapılmayan sakinlikte yapılmaktadır. Heyecan ve gümbürtün iletişim aracı olarak kıllanıldığı Doğu ülkelerinde, liderler halkı etkilemenin en açık yolunun onların duygusal yönlerini etki altına almak olduğunu bilmektedirler. Vaktiyle denizi olmayan Ankara’ya deniz getireceğini söyleyen siyasetçiyi görmedik mi?
Gelişmiş ülkelerde iletişim, adayların kendi birikimlerini seçmene sunmak başvurdukları çeşitli kanallarla yapılır. Aday seçmenle yüz yüze gelir ve bilgi birikimini sunacağı bir platformda kendisini seçmenine kabul ettirmeye çalışır. Seçmenle diyalog, miting alanlarındaki gibi duyguya yönelik yapılan etkileyicilikle değil, seçmenin eğitim, sağlık, kültürel, ekonomik programlarının bilimsel çerçevede basın ya da çeşitli görsel motiflerle (örn. bilbordlar, ilanlar, tv programları, yüz yüze konuşmalar… gibi) ve uzmanların bu konuda yapacağı değerlendirme ışığında şekillenir. Geleneksel kesimlerin çoğunda bu uygulamalara göre aday seçimi yapılmaz. Yandaş olmak ile olmamak arasında ince bir çizgide karar verilir. Yaşlı Hollandalı çiftin ülkemizdeki seçmenin ikna edilmesinin bu mitinglerden geçtiğini ya da ikna olmuş halde mitinge gelenlerin bağrışmalarında gizli olduğunu bilmesi biraz uzak bir ihtimaldir.
Erciş’te bireyden çok bireyin grubuna yönelik kitlesel faaliyetler yeğlemekte ve seçim çalışmaları bu yönde yürütülmektedir. Her ne kadar seçim için yapılan süsleme insanı rahatsız edecek boyutta değilse bile, gürültünün pek de hoş bir atmosfer meydana getirdiği söylenebilir.
Geleneksel kesimin, lideri ruhani kimi argümanlarla bezemesi, bir tür fetişsel algılamalara varan minik “kul” olma izafiyeti doğurduğunu da unutmamak gerek. Hatırlanacağı gibi, Osmanlı devlet kademesinde görevli olanlar “kul” statüsünde görülmekteydiler. Her ne kadar halkın, padişah tarafından “kullarım” olarak gösterilmesi bilinse de, asıl kulluğun devlet kademesindeki, devşirme statüsünde olanları ifade ettiğini unutmamak gerekir. Küçük yaşta ailelerinden koparılıp saray hizmetine çeşitli kademelerde hizmete yönlendirilen bu kesim, sahibinin, varlığının biricik sebebi ve sonucu olarak padişahı görmekteydi. Geleneksel kesimin lider karakterine yüklediği anlam, padişahın “kulluk” algısı kadar sert ve belirgin olmasa da, bu olgu gözle görülür bir biçimde demokrasi anlayışında da varlığını sürdürmektedir. Liderin km’lerce araç kuyruğuyla karşılanması, köyden hiç çıkmayan vatandaşın sadece o güne mahsus liderini karşılamak için önce şehre, oradan da il’e gitmesi, bütün bu bilinçaltında yatan liderin ulaşılmaz ve yalnız bırakılmaz “yüce varlık” sahibi olmasından kaynaklanmaktadır. Bir tür yüce varlık kategorisinde görülen lider, destekçilerinin alkışları var olduğu sürece o mevkide varlığını sürdürür.
Genel bir problem: hükümet, belediye, muhtarlık ve “bizim anlayışı”
Ülke meselelerine duyarlı olan ya da az-çok gündemi takip edenler her konuşmada bir “bizim” lafının geçtiğine sıkça şahitlik ederler. “Bizim hükümet” temel sahiplenme anlayışının en tipik göstergesidir. Siyasi hayatımızda içselleştirdiğimiz bir kültür olan “bizim iktidar” söylemi, yerel bazda ailevi genel bazda ideolojik bir miras olarak ardıllarınca takip edilen bir rant alanına dönüşmektedir. İster dini açıdan olsan, ister olmasın, egemenlik olgusunun demokrasi sayesinde araçsal mantıkla kurulmak istenmesi siyasi istikrar sağlamayı her daim geciktirmiştir. Çünkü grup ya da ideolojik ardıllar bu imtiyazları başka gruplara devretmeyi, kendi varlık alanlarının sonu olarak algılamakta ve buna müsaade etmek yerine bir çeşit siyasi çıkmazlara sürülmeyi dahi göze almaktan korkmamaktalar. İşin genel perspektifi bu yönde iken, bu sahiplenme anlayışının en açık göstergesi ise yerelde yaşanır. Erciş için düşünüldüğünde 2009 itibariyle 15 belediye başkanının seçilmiş olduğunu görmekteyiz. Aile bazında değerlendirme yapıldığında ise, 6 ailenin belediyenin başına geçtiğini görülüyor. Dolayısıyla geçen 65 yıllık sürede altı farklı soyadı taşıyan başkan göreve gelmiş. Bunlardan 8 başkan Erdinçler, 2 başkan Çiftçiler, 2 başkan Çavuşoğu, 1 başkan Leventoğlu, 1 başkan da Nalbantoğlu ailesi adına başkanlık yapmış, bir de soyadı belirtilmeyen Hidayet Efendi adıyla görev yapan ve ölümü 1935 olarak belirtilen ikinci sıradaki belediye başkanı bulunuyor.
Görünüşte pek doğal olan bu tablo, egemenliğin bir süreliğine elden bırakılmak istenmediğini de açık açık göstermektedir.
Demokrasi, “aydınlanmanın ve modernliğin temel değerlerini içselleştiren halkın genel iradesine göre kurulan ve işleyen siyasal bir mekanizmadır.” Bu tanım demokrasinin en yalın ve karmaşadan uzak anlamlarından biridir. Demokraside sorun iktidar sorunudur ve demokrasinin dayanağı halktır.
Demokrasi kulaklara bu kadar güzel bir senfoni orkestrası biçiminde bukleler gönderirken, yanıldığımız ve belki de hayatımıza mal olan bir çıkar ilişkisiyle bizleri uyutmaktadır. Bu da iktidara gelenlerin, kendisini iktidara getirenleri unutmasıdır. Bu unutma, bir kesim halkı potanın karşı tarafına gönderirken, bir kesim halkı da potanın içerisine koymaktadır.
Potanın dışında kalanlar, itilmişliğin, ezilmişliğin ve insan yerine konulmamanın acısını bir dahaki seçime kadar içlerine derin derin çekerek yaşayacaklardır.
İktidar olanlar, malların yeniden dağıtımı ile birinci elden ilgilenirler. Burada dağıtım adalet kavramını gündeme getirmektedir. Acaba adalet güçlüden, yani dağıtandan mı yana? Çünkü iktidarın üzerinde yine kendi iktidarı vardır. Hâkim de, savcı da iktidarı oluşturanın kendisidir.
En renkli ve mücadeleci seçim manzaraları belediye seçimlerinde meydana gelir. Bu, tüm toplumlarda aşağı yukarı aynıdır. Hala dünyada kabile esasına göre yönetilen toplumlar varlığını sürdürmekte, seçimle iş başına gelen bir kabile bir dahaki seçime kadar diğer kabileye dünyayı dar etmektedir. Hala güncelliğini koruyan olaylar birçok ülkede yaşanmakta, günde sayısız insan ölmekte, sadece karşı taraftan olmanın verdiği bir suçtan dolayı ani bir darbeyle ölüm yanı başınızdaki yerini almaktadır.
İktidar olmak, hükmetmek, yönetmek, mal ve hizmetlerin dağıtımını kendi inisiyatifine göre yapmak ve her türlü oluşuma doğrudan ya da dolaylı yoldan etki etmektir. Bu bir şeyler üzerinde insana verilen hakların ve yetkilerin sınırsız olduğu anlamına gelmektedir.
Genelde belediye seçimlerini kazanmak için o yörede büyük ve sözü geçen bir aileden olmanız gerek, daha çok geleneksel kesimde seçimleri bu esas belirlemektedir. Başkan adayı kişi, aile içinden seçilir. Eğer bu kişi Platon, Farabi gibi filozofların erdemlerine sahipse belediye herkesindir; yok eğer değilse “belediye bizim” diyenlerindir.
Aynı şey muhtarlık makamı için de geçerlidir. Bu gibi söylemleri muhtarın herhangi bir akrabasından duymanız olasıdır. Ortada bir “bizim” lafı geçmektedir. Belli bir grubu diğerlerinden ayırarak devlet mekanizmasının sahiplenilmesi, saltanata dönüştürülüp tekrar tekrar seçimle meşruluk kazandırılması bilinen bir gerçektir. Bu uğurda ne kavgalar yapılmakta, ne mücadelelere girişilmektedir. Bunların tümü devletin bir parçasına sahip olmak içindir.
İnsanları kanunlarla yönetmek Farabi’nin deyimiyle “erdemli” kişilerin işidir. Yönetici olmak önceden sezmek, insanların güvenliği ve geleceği için çalışmak, yaşarken ve öldükten sonra güzel hatırlanmaktır. Nice devlet adamları ölümlerinden yüzlerce yıl sonra bile tebessümle anımsanmaktadır. Bir Ömer, bir Kanun, bir Süleyman olmak, sahiplenmemekle olacak şeylerdir. Eğer onlar da bu bizim düşüncemizde olsalardı bunu korumak isteyeceklerdi. Demek ki sahiplenmek, herkes için adalet ve herkese adil olmaktır.
İsmet Tunç
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder