Perşembe, Temmuz 2

GÜNALTAY ATALAY VE KIRK ÜÇ YIL ÖNCE ERCİŞ /4

Bu öğrencinin babasıyla Günaltay Atalay arasındaki ilişki o dönemki bütün insanlar arasında yaşanacak öğretmen-ahali arasındaki ilişkinin bir parçası. Çünkü eğilimler içten yaşanınca tüm bireyleri temsil eden bir karakter taşır. Dolayısıyla şu ayrıntı bunu çok güzel bir şekilde aktarmaktadır: “Okul çıkışında şehir kulübüne uğradım. İçim sıkılıyordu… Biraz oturup eve geldim. Kısa bir süre sonra kapım çalındı. Çıktım öğrencimin babası kapının önünde duruyordu. Hemen eğildi, elimi yakalayıp öpme girişiminde bulundu. Ellerimi zor kurtarmıştım, ellerinden. Yaşça benden çok büyüktü. Ceketinin cebinden bir beze sarılı bir şey çıkardı. “Sana getirmişem örgetmen beg, aha senin bu ellerine sağlık…” demişti. “O nedir elindeki?” diye sordum. “Sana, tereyağı getirmişem örgetmen beg” dedi. “Sağol ama, ben bir devlet memuruyum, kimseden bir şey alamam. Vicdanım elvermez. Bunun adı rüşvet olur. Hem kol kıracağız, hem rüşvet alacağız!... Sen, bunu geri götürmelisin!...” dedim. “Bunu kabul etmezsen, aha bu bastığım yeri, kendime mezar edirem…” dedi. “Orada mezar açamazsın, bastığın yer beton…” dedim. “Biz betonu da mezar yaparık!...” dedi. Beze sarılmış tereyağını elime zorla tutuşturdu… Kışı bekledim. Kar yağdığında evin dam denen üstü ”lo taşı” ile bastırılır ki kar eriyip evin içine damla damla akmasın… Karlı bir günde öğrencimi çağırdım, “babanı gönder de lo taşıyla gezinsin yukarıda…“ dedim. Evin üstü gümbür gümbür ses vermeye başlayınca, babasının geldiğini, işe giriştiğini anlamıştım. Ses kesilince dışarıya çıktım, merdivenden indiğinde, “Haydi, bakalım çay içmeye…” diyerek çayevine götürdüm. Zorla kabul ettirdim ücreti… Parayı alıp saymazlar, ayıp sayarlar. Katlanmış kâğıt paralar, tereyağının parasının iki-üç katıydı. Ben ayrıldıktan sonra saymış paraları demk ki; ertesi gün odamdaydı. “Begim, bu parayı bize yarım saat çalışmaya vermezler. Bu para iki aylık işin karşılığı…” diyerek, ne verdiysem olduğu gibi masa üzerine bıraktı… “bak dayı” dedim. “Sen bu parayı almazsan, aha bastığım yer mezarım olur…” Odamın tabanı da, evin kapı önü de betondu… Benim tereyağını zorla kabul edişim gibi o da parayı zorla kabul etmişti…”

Günaltay Atalay’ın öğrencisi olmamış fakat onunla Çanakkale’de üç yıl geçirmiş Ercişli Selami Sancak, hocanın çok mert olduğunu ve o dönem bir maaşını öğrencilere harcadığını duyduğunu anlattı.

Şimdiki adı Ahmet Poyrazoğlu olan halk ozanımız o zaman Günaltay Atalay’ın öğrencisiymiş ve adı da Ahmet Coşkun’muş; çok meraklı ve araştırmayı seven bir öğrenciymiş. Hoca Poyrazoğlu için “Bilmediği her şeyi bana sormakla yükümlüydü adeta… (Yıllar sonra duydum ki Ahmet Coşkun, halk ozanı olmuş; Poyrazoğlu soyadını almış.) Birgün geldi yanıma “Vak’ayı Vakvakiye nedir?” diye sordu. “Ahmet, bu tarih konusu, yarın gel yanıtını al” demiştim. Çok değerli bir gençti” diye bahseder anılarında. Hoca mektubunda kısa zaman önce eski öğrencisi olan Ahmet Poyrazoğlu’nun kendisini aradığını yazar. “O zaman bir dörtlük okudu hemen anladım: “Sen, meşhur ve gayet meşhur Ahmet Poyrazoğlu’sun…” dedim. Bana ilk sorusu. “Hocam, yine yakışıklısın değil mi?” oldu. Güldüm tabii… “Ahmet, yaş 67 yakışıklı olsan ne yazar?” dedim. Şakalaştık böylece…”

Erciş’te Azeri dilinin hâkimiyetinden dolayı, dil sorunundan da bahseder hoca. “Ölü ölmüş” sözüyle karşılaşınca: “ölü ölür mü? Bir ölüyü öldürmek işkence olur” dermiş. “Biri ölmüş” demeniz lazım diye tavsiyede bulunurmuş öğrencilerine. Bunun yanında “toprak” yerine “torpak”, “öğretmen” yerine “örgetmen”, “üniversite” yerine de ünveriste” derlermiş -hala da kullanılıyor bu tür söylemler-. Hoca bir edebiyatçı olarak onlarla uğraşmanın doğal görevi olduğunu söylüyor. Bundan hiç de gocunmamış.

Hoca birkaç eski öğrencisinin de adını sıralamış. Aradan onca yıl geçmesine rağmen yetmiş bir öğrenciyi hatırlamış ve mektubundan dinleyelim: “Beş yıl boyunca yüzlerce öğrencim olmuştu. Yetmiş bir sayısı şöyle: Sanırım 2004 yılıydı. Evde otururken içime Erciş düşmüştü. Önümde telefon numaralarının yazılı olduğu telefon defteri vardı. Arka sayfası boştu. Aklıma gelen eski öğrencilerimin (Ercişli) adlarını yazmaya başlamıştım. Saydım; 71 adı anımsayabilmiştim. 38 yıl sonra… Oysa Eskişehir’de de çalışmıştım. Yüzlerce öğrencim olmuştu. Toplam üç kişinin adı aklımda…” diyor. Bunları Günaltay Hoca’dan dinledikten sonra hocanın neden “Tekirdağ- Ercişliyim” dediğini şimdi daha iyi algılıyorum.

Hocanın hatırlayabildiği öğrencilerden birkaçı “Metin Erdoğan, Cavit Erdoğan, Sadık Altınkaya, Ekrem Beyaztaş, Cenap Gündüz, Cahit Alper, Mevlüt Ceylan, Selim Yalçıner, Öğuz Öner, Lütfü Ortakaya, Şerif Bedirhanoğlu, Feridun Nalçacı, Burhan Nalbantoğlu, Battal İnandı, Nevzat Milanlıoğlu, Sait solgun, Kutbettin Türkmenoğlu, İbrahim Gazioğlu, Şahin Ateş ve diğerleri. Bunların her biri bir yerlere gelmiş, önemli görevler üstlenmiş Ercişliler. Hatta “yıllar sonra Erciş’ten beni ilk arayan öğrencim İbrahim Gazioğlu oldu” diye de ekleme yapar.

Erciş’in ilgi çekici bir iki noktasına da bu hatıralar ve mektuptan faydalanarak değinmekte fayda var. O dönem kışlık sinemada jeneratör yardımıyla film izlenebiliyormuş. Yazık sinemada ise bol açıklı Türk filmleri izlenirmiş. Son dönemler Erciş PTT müdürü Cahit Erdil hocaya bir kartpostal gönderir. Tarih 8 Mayıs 2008, zarf hocanın eline ise 5 Haziran 2008 tarihinde geçer. Hoca karta bakar, aradan onca yıl geçtiğini anımsar. O dönemler evler çatısız, en fazla iki katlı olurlarmış ve kerpiçtenmiş. Damlara çıkmak için tahtadan yapılan merdivenler kullanılırmış. Hoca gazeteyi ancak haftalık alabiliyormuş. Erdinçlerin manifatura dükkânında haftada bir gelen gazeteleri bulmak mümkünmüş.

Van Gölü’n deniz dendiğini ilk duyduğunda şaşırır hoca. Takan Çelik’li, Hüsamettin Subaşı’lı deniz sefsına ilişkin kısa bir anısı da şöyle: “1966 yılının Haziran ayı başlarında öğretmen arkadaşlar: “Günaltay’ı denize (!) götürelim. Denizimizi görsün. Nasıl olsa Tekirdağlı, deniz çocuğu… Deniz özlemini giderir.” dediler. (Vanlılar, göle enginliğinden ötürü deniz dereler.) dediler.Geniş kasalı bir at arabası bulmuşlar. Hüsamettin Subaşı, Atakan Çelik (2007’nin Aralık ayında vefat etti. Nur içinde yatsın. Valıyam, Şanlıyam, Kılıcı Kanlıyam” türküsüyle ünlenmişti.) Hüseyin Yavuz, Şanal Aydın arkaya doluştuk. lçe dışında Selçuklulardan kalma büyük bir kümbet vardı. İndik, bana kümbet hakkında bilgiler verdiler. Kümbeti geçince, Hüsamettin Subaşı sazını eline aldı. Sevdiğim parçaları bilirdi, peş peşe çalıp okumaya başladı. Atakan Çelik de, bizler de dilimiz döndüğünce eşlik ettik: Aşık Veysel’in “Mühür Gözlüm” türküsünü ilk sıraya alırdı. İkinci türkü “Fırat Kenarında Yüzen Kayıklar” 3. parça Azeri türkü “Ayrılık” idi. Daha sonra da Erciş türküleri çalınır, okunurdu. En bilineni de “Şengülüm Şengülüm” idi.”

“20 dakikada Van Gölü kıyısına geldik. Arkadaşlar “hadi bakalım deyince deniz şortlarıyla kıyıda buluştuk. Denize gideceğimiz bölge, askeri plaj bölgesindeydi, serbestti. Tahta bir iskelesi vardı. Arkadaşlar göle dalarken, ben iskelede yürüyüp gölün durumunu inceledim. Kıyı, taşlık görünüyordu; denize hep terlikle girerdim, göle de öyle girdim. Meğer taşlı-kayalı kıyının dibi bataklıkmış. Bir ayağımı çamurdan kurtarıyorum, diğer ayağım çamura saplanmış durumda… En iyisi üstünde yükselerek derine gitmek İskeleden atlayan kişi atlayan kişi dibe fazla dalmadan yüzeye çıkmak zorunda… Kapası, çamura saplanabilir… Arkadaşlar 2-3 yüz metre kadar açıldılar. Ben fazla açılmam. 40–50 m. bana yeter. Engin denizi, gölü, açılarak yarılasam ödül mü veriler? Bizimkiler müzikçi çocuklar; kıyıya geldim, taş-kum karışımına uzandım. Gölün açıklarından, türkü sesleri geliyordu.”

(devamı beşinci yazıda...)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder