İlkel-Geleneksel toplumda kadın hayatın hemen her alanında aktif olarak bulunmaktadır. Kadının hayatın içinde oluşu büyük ölçüde ekonomik kaynaklıdır. Bu nedenle erkek her ne kadar baskın ve göz önünde bulunursa bulunsun, bu durum kadının hiç bir zaman pasif olduğu anlamına gelmez. Aksine kadın perde arkasından tüm işlerde ve etkinliklerde önemli derecede söz sahibidir. Kadının bu şekilde toplum hayatına ekonomik nedenlerle entegre oluşu, onun toplumun saygın bir bireyi oluşunda ve iyi bir konumuna gelmesinde önemli bir etkendir. Reed, kadınların yarattıklarıyla kendilerine olduğu kadar erkeklere de yani bütün topluluğa yararlı olduklarından dolayı en çok saygı gören cins olduklarını dile getirmektedir (Reed, 1994).
Genel olarak kadınların ekonomik etkinliklerde bulunmalarının temel nedenini sahip oldukları kültürün gereği kabul edebiliriz, çünkü bu süreç küçük yaşlardan itibaren başlamaktadır. Kız çocuğunun eğitilmesi annenin en önemli görevidir. İlkel-geleneksel toplumda kadının becerikliliği ve çalışkanlığı onun aile içindeki yerini ve aile bireylerinin ona bakış açısını belirleyecektir. Dolayısıyla bu bakış açısı kadının aile içindeki statüsü ve yaşlılık dönemini de içine alacak bir saygınlığın oluşup oluşmamasını etkileyecektir.
Kadına birçok toplumda, -özellikle de ilkel-geleneksel toplumda- doğurganlık özelliğinden ötürü bir kutsallık verilmiştir. Bu kutsallık özelliğinin kadına verilişinde kadının biyolojik olarak çocuk doğurabilme özelliği en önemli etkendir. İnsanoğlu üreme yoluyla soyun devamını sürdürmekte, doğum ve ölüm bu süreci dengelemektedir. Kimi zaman ölümler fazla, kimi zaman da doğumlar fazla... Doğum olayı, toplumun devamının yegâne şartı olduğu için, kadın her zaman cinsiyet özelliği bakımından birincil derece önemsenmiştir. Bu önemsenme günümüz için arzu ettiğimiz derecede olmayabilir. Fakat birçok araştırmacının ortak görüşüne göre, bugünkü ataerkil düzenden önce anaerkil düzen hâkimdi. Reed’e göre son altı bin yıldır ataerkil düzen görülmekte, daha önce anaerkil düzen görülmekteydi. (Reed, 1994). Anaerkil düzende bugünün aksine her şey tamamen kadınların kontrolündeydi.
“Anaerkil toplumun, ekonomik, siyasal, toplumsal ve dini temeli tarımsal yıla dayanır. Tarımın önemi, tüm yaşayan nesnelerin doğumdan olgunluğa, oradan ölüme ve oradan da tekrar doğuşa giden gelişimlerini vurgulayarak dairesel bir yaşam görüşünü beslemiştir...” (Rosenberg, 2003: 23- 24). Rosenberg’in işaret ettiği bu yaşam döngüsünün tarıma dayanmasının nedeni kadının da üretim anlamında tarımla aynı işlevi görmesiyle bağdaşmaktadır. Burada ifade edilen dönüşüm tarımın önemini vurgulamaktadır. Aynı önemli vurgu Avustralya Aborijinlerinden olan Ngarinyin kabilesinde de görülmektedir. Bu kabilede kadınlar yaşlı erkekleri bir törenle ölüme hazırlamaktadırlar. Yaşlanan erkekler ölümün yaklaştığı düşünülen bir zamanda bir grup kadın tarafından tören alanına götürülmektedir. Burada yapraklardan hazırlanan bir yatağa uzanan yaşlı adamın elleri yanlarda tutulur ve kadın bacaklarını açarak adamın üzerinde gezinmeye başlar. Böylece bu tören sonunda adam rahimden geldiği gibi tekrar rahime dönüşü tamamlayarak ömrünün geri kalanını huzurlu ve mutlu geçirir. Bell’e göre bu ritüel (tören) adamın rahme dönüşünü simgeliyor ve onun doğup geldiği toprağa dönmeye hazır olduğuna işaret ediyor. (Bell,2003:140).
Kadının doğurganlığı her zaman göz önüne alınan ve kadının hayatının hemen hemen tüm safhalarını etkileyen en önemli özelliktir. Doğayla iç içe yaşayan ilkel-geleneksel toplumlar, büyük oranda işbirliğine dayanan bir sistemin içinde yaşamlarını sürdürmektedirler. Bu sistem insanların birbirleriyle yardımlaşmalarını gerektirir. Bu gösteriyor ki doğum ve doğurganlık, o toplum için çok önemlidir. İşbirliği, gelişmiş toplumlar için ilkel-geleneksel toplumdaki kadar da önemli değildir. Şunu da unutmamak gerekir ki modern toplum daha kalabalıktır. Fakat bir insan birçok insana yetecek kadar iş yapabilir, yani üretim fazlalığı söz konusudur. İlkel-geleneksel toplum üretim fazlalığıyla uğraşmaz; bu nedenle modern toplum refah seviyesini yükselttikten sonra, doğum olayında bu sınırlamaya gitmiştir. İlkel-geleneksel toplumda bir sınırdan kesin olarak söz edemeyiz, doğan her çocuk da yaşayamıyor; fakat doğum olayı onlar için yine de çok önemlidir.
İlkel-geleneksel toplumun ekonomisi, büyük ölçüde tarıma dayanır. Bu nedenle toprak bu toplumlar için hem hayatın devamını sağlayan ana madde, hem de kutsallık taşıyan bir öğedir. Kırsal kesimde yaşayan toplumlar yerleşime geçtikleri yerlerde ilkin topraklarını genişletme arzusundalar. Topraklar ne kadar genişlerse aile o kadar mutlu olur. Bu güç ve itibarın da göstergesidir. Sonraki kuşaklar bu miras sayesinde övünmektedirler. Toprağa bağlılık ata mirası olarak algılanmaktadır. Günümüzde miras olarak kalan topraklarını satanlar gerek aile çevresi tarafından, gerekse de mensubu toplum tarafından hayıflanmaktadır, çünkü toprak korunmak ve işlenmek için miras bırakılır. Mecbur olunmadıkça topraklar terk edilmez ve satılamaz. Toprak insandaki “aitlik” duygusunun var olmasında temel etkendir. Örneğin “toprak çekmek” deyimi bunun en güzel açıklanmasıdır. Toprağın ürün verme özelliği, toplumların varlığının devamını sağlar. Aynı şekilde kadının doğurganlık özelliği de toplumların devamının bir başka yoludur. Bu nedenle toprağın verimliliğiyle kadının doğurganlığı eş tutulmuş ve kadın özellikle ilkel-geleneksel toplumda kutsal bir varlık sayılmıştır.
Mitoloji’de kadının varlığı çoğu zaman doğurganlık özelliğiyle ele alınmıştır. Bu özellik, kadını, karşımıza toplumun devamını sağlayan -erkeğe oranla daha üstün- ve yaratma özelliği verilerek karşımıza tanrıça olarak çıkarmaktadır.
“Likya söylencelerinde kadın, toprak ile bir tutulmuş, kadının doğurganlık özelliği, toprağın tohumu yeşertmesiyle simgelenmiştir tarladaki tohumun sabanla açılan yarıktan fışkırması gibi çocuk da ananın Sporium'undan (döl yatağından, döl yolundan bahçesinden) çıkar; Aynı nedenle Sabireler Sporii'nin (ekinlerin) çıktığı yeşil tarlaya sporium derlerdi” (Bachofen, 1997: 161).
Yunanlılar için kadın tanrıçalar çok önemlidir; çünkü onlar yaratılışın ilk safhasını kadın Tanrıça’ların oluşturduklarına inanırlar. Yunanlılara göre ilk Tanrıça “Toprak ana olan Gia, ilk Ulu Tanrıça ya da Ana Tanrıça’dır. Yunanistan’da yaşayan insanlar, Bronz çağı kabileleri topraklarını işgal ettiklerinde Ulu Tanrıça’ya tapmaktaydılar. Çünkü çiftçiler, toprağın bereketi onlar için öncelikli önem taşımaktaydı. Hayatlarını sürdürebilmeleri, yılın verimsiz aylarında kendilerine yetecek yiyecek elde edebilmelerine, kabilelerinin devamını sağlayabilmek için yeteli sayıda çocuğa sahip olabilmelerine bağlıdır. Bu insanlar, bir kadının çocuk doğurma yeteneğiyle toprağın bütün bitkileri” doğurma" yeteneği arasında bir bağ kurmuşlardır. Bu nedenle toprağın ruhu kadındır. İlk yunanlıların taptığı en önemli tanrısal varlılar da kadındı ” (Rosenberg, 2003: 31).
“Eski yaradılış mitoslarında kadının doğurganlığı kutsanıp yüceltilir. En gizemli güç, bedeninde yaratma ve can vermedir”[1] Can verme, ancak üstün niteliklere sahip olma yani yaratıcılık gerektiren bir eylemdir. Kadının çocuk doğurması, çocuğa can vermesi anlamına vermektedir. Bu, çok önemli bir göstergedir ki yaratılış eyleminin kadınlarda var olduğuna inanılması, kadının her şeyin üstünde bir değer taşıdığı anlamına gelmektedir Neolitik yerleşmenin ilk örneklerinin görüldüğü Mezopotamya’da Sümerler tarafından kadın tanrıça heykelleri yapılmıştır. Bu heykeller doğurganlığı temsil eden stilistik özellikler taşımaktadırlar. Arkeolog Edibe Uzunoğlu, Çatalhöyük’te bulunan ve dev bir duvarı kaplayan kabartmadaki doğum olayının, normal bir doğum olayı olmasından öte daha geniş bir anlam içerdiğini dile getirmektedir. Doğum pozisyonunun hemen altında bulunan bir koç ve üç boğa başı erkekliği simgelemektedir. Bu doğum olayı Uzunoğlu’na göre “figür yalnızca kadını değil “dişi” yi temsil etmektedir. Koç ve boğanın da erkekliği temsil ettiği düşünülürse “erkeği doğuran dişi” sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu neolitik insanının yaradılış hakkındaki düşüncesini ve inancını yansıtmaktadır. Bu doğrultuda bir görüşle tapınak duvarlarında yer alan doğumla ilgili kabartmalarda ilk “yaradılış öyküsünün” canlandırıldığı yorumuna varmak doğaldır” (Uzunoğlu, 1993:20).
“Anaerkil toplumlarda Ulu Tanrıça ya da Ana Tanrıça veya Doğa Ana’ya hayat veren en üstün tanrıdır. O, tüm insan hayatının ve bütün yiyeceklerin kaynağıdır. Kalıcı olabilmek için, toplumlar çocuk yapmak ve yiyecek üretmek zorundadır. Ulu Tanrıça’nın nimetlerine ne denli bağımlı olduklarını bilirler ve bu nimetlere kavuşabilmek için düzenli olarak ona ibadet ederler” (Rosenberg, 2003: 23).
Bugün ilahi dinlerin mensuplarına baktığımızda her şeye gücü yeten bir yaratıcıya tapmaktadırlar ve yaratıcı tüm dünyayı denetiminde tutmaktadır. Bunu, bugünkü düşünce âlemimizin içinde ne anlama geldiğini anlayabilirsek, kadının doğurganlık özelliğinin yaratıcılık olarak algılanması, kadına verilen değeri anlamamıza yardımcı olacaktır.
Kadının, bedenen, bir canlının gelişimini sağlayan bir yapıya sahip olmasını Delaney şöyle ifade etmektedir: “Bedenin bereketli iklimi, tıpkı toprak gibi besleyici bir araçtır ve herhangi bir kadın bunu sağlayabilir” (Delaney, 2001: 51). Burada geçen “herhangi bir kadın” ibaresiyle tüm kadınlar doğurganlıklarından ötürü yüce değerlere layık görülmüşlerdir. Kadının bedenen bir canlının gelişimini sağlayan özelliklere sahip olması onu yücelttiği gibi duygusal bir varlık haline getirmiş ve sonraki dönemlerde ortaya çıkacak olan (kimi araştırıcılara göre ataerkillikten önce anaerkil dönem yaşanmıştır) ataerkil dönemde erkek egemenliğine girmesine neden olmuştur. “Kadının yapısının erkeğinkinden farklılığını gösteren bir yığın biyolojik veri sıralanabilir… Ama önemli olan bu verilerin kadının yaşantısı içinde oynadığı rol; kadınını etkileme durumudur” (Aktaş, 1986:15). Aktaş, bu rolün kadının toplum içinde sosyal durumunu göz ardı ettiğini ve kadının bilinçli olsa da olmasa da ruhsal olarak çöküntüye uğradığını dile getirmektedir. Aktaş’a göre bu çöküntünün nedeni kadının içinde bulunduğu toplumun onun cinsiyet özelliklerini göz önünde bulundurmamasından kaynaklanmaktadır. Eğer kadın yüklendiği sorumluluğun farkında değilse; ergenlik ve yaş dönümü sırasındaki bunalımlardan tutun da, her ay kaçınılmaz olarak kendisi etki altında bulunduran menstrüasyona, gebeliğe ve bu dönemlerde sürüp giden psikolojik problemlere varıncaya kadar birçok şey kadın için olumsuz etkenlerdir(A.g.e.)
Doğum her zaman kutlu bir olay olarak karşılanmıştır. Toprağa ekilen tohumun belli bir zaman sonra ürün olarak geri dönmesi gibi, kadının da belli bir zaman sonra bir çocuk dünyaya getirmesi, toplum tarafından ikisinin de aynı derecede sevinçle karşılanması anlamına gelir. Bu durum, kadına verilen değerin göstergesidir.
İlahi bir din olan İslamiyet’te Mitoloji’de olduğu gibi, kadının doğurganlığı toprakla özdeşleştirilmiştir.” Kadınlarınız sizin için ekilecek birer tarladır. Öyleyse onları dilediğiniz gibi ekiniz” (Kuran, 2. Sure: 223). Görüldüğü gibi kadının rahmi tarlaya, erkeğin menisi ise tohuma karşılık gelmiştir. Delaney ülkemizde yaptığı bir araştırmada, kadın ile tarla ve tohum ile meni arasındaki ilişkiyi şöyle açıklamaktadır:“Tarıma elverişli toprak ile dişi organ, meni ile de tohum arasında bir uygunluk vardır” (Delaney, 2001: 50). Delaney’in değindiği bu uygunluk, gerçekte insanların bunları böyle kabul ettiği anlamına gelmemektedir. “Hiç bir köylü, kadın ile tarlayı ya da meni ile tohumu karıştırmaz ama bu kullanılan bu mecazın bir süsleme ya da daha kesin bir kuramın örtüsü olduğu anlamına da gelmez. Köylülerin tarla tohum imgesiyle çelişecek bir kuramları da yoktur; tersine bu benzetme onların bu sürece ilişkin simgesel anlayışlarıdır. Bu imgeler kadın ve erkek doğasını özetler, anlamları ise çok çeşitli şekilde ifade edilir” (Delaney, 2001: 51).
Modern toplumları incelemektense, göz önünde olan ve sosyal gerçekliği bizlere daha yalın halde sunan, kurumları modern toplumlardaki gibi karmaşıklaşmamış ve dış etkene maruz kalmamış, “ilk” olarak tanıladığımız ilkel toplumlar ve bunların sonradan köy hayatına benzer şekilde dönüşen, daha da karmaşıklaşan ama özündeki yerelliği yitirmeyen geleneksel–kırsal toplumları incelemek daha sağlıklı bilgileri elde etmemize olanak vermektedir. Kadının toplumların yaşam tarzına göre kimi uygulamalara maruz kalması ya da kimi uygulamalar sayesinde istenilen düzeyde toplum yaşamına dâhil olması tamamen kültürel bir olgudan ibarettir. Avustralya Aborijinlerinden olan Ngarinyin kabilesinde kadınlar üstün görülürken, Brezilya-Venazüella sınırındaki Tropikal Amazon ormanlarında yaşayan Yanomamö kabilesinde kadınlar köyler arası yağmanın en değerli parçalarıdırlar. Napoleon A. Chagnon’un otuz yıl boyunca incelediği bu kabilede, kadınların her avcı-toplayıcı toplumda yüklendikleri görevleri yüklendikleri, bunun yanında erkek egemenliğinde çokeşlilik kuralıyla yaşadıkları ve bol çocuk doğurarak kabilenin devamını sağladıklarını göstermektedir. Savaş halinde olan kabilenin köyleri, ganimet olarak kadın kaçırmaktadır. Bu şekilde karşı tarafa en ağır darbe indirilmiş ve intikam alınmış olmaktadır.[2]
Değinmeye çalıştığımız kadın ve onun doğurganlık özelliği ve tabi ki bunlara bağlı olarak ekonomik etkinliği, dünya ölçeğinde tüm ilkel-geleneksel toplumlarda benzerlik gösterir. Bunun en önemli nedeni gerek ekonomik anlamda olsun, gerekse de toplumsal hayatı düzenleyen kurallar bakımından olsun; tüm ilkel-geleneksel toplumlarda yaşam koşullarının önemli benzerlik göstermesidir. Modern toplumlarda kadının doğurganlığı arka planda kalmıştır. Çünkü modern toplum teknolojiye dayalı bir yaşam biçimi sürdürdüğü için kadının üretimdeki etkinliği biçim değiştirmiştir. Emek yoğun üretimden teknoloji yoğun üretime geçiş, kadının doğum olayında sınırlamaya gitmesine ve ekonomik, siyasal, kültürel gibi etkenlerden kaynaklanan zorunluluklar ve bakış açılarının kadının daha temkinli davranması tercihlerini sunmuştur. Hatta modern çağda, aykırı bir isim olarak ün salan, feminist yazar Kate Millet, “birbirimize bağlı olduğumuz ve birbirimizi sevdiğimiz sürece evli sayılırız. Bu, devleti ilgilendiren bir durum değildir” (Millet,1973:3) diyerek kadın erkek ayrılığının sınırlarını çiziyordu. Bu da gösteriyor ki, erkeğin “sahiplik” duygusu ağır yara almıştır ve kadın Evelyn Reed’in, ünlü “Kadının Evrimi” çalışmasına da gönderme yapmaktadır
A
KAYNAKÇA
AKTAŞ, Cihan. (1986), Kadının Serüveni - Eleştirel Bir Bakış-, İstanbul: Bayrak Yayımcılı- Matbaacılık Koll. Şti.
BELL, Hannah Rachel. (2003), Erkek işi // Kadın işi, Dünyanın En Eski Kültüründe Cinsiyetin Tinsel Rolü , Çev: Meltem Erkmen, 1. Baskı, İatanbul: Epsilon Yayınevi.
BACHOFEN, J. Jakob. (1997), Söylence, Din ve Anaerki, Çev: Nilgün Şarman, 1. Basım.İstanbul: Payel Yayınları.
CHAGNON, A. Napoleon. (2004), Yanomamö -Savaşa Doğanlar-, Çev. Burcu Bölükbaşı, 1. Basım, İstanbul: Epsilon Yayınevi.
Cumhuriyet Gazetesi.10/03/2006.
DELANEY, Carol. (2001), Tohum ve Toprak, Çev: Selda Somuncuoğlu- Aksu Bora, 1. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları.
KURAN-I KERİM.
MİLLET, Kate. (1973), Cinsel Politika, Çev: Seçkin Selvi, 1. Baskı, İstanbul: Payel Yayınevi.
REED, Evelyn.(1994), Kadının Evrimi (I), Anaerki Klandan Ataerkil Aileye, Çev: Şemsa Yeğin, İstanbul: Payel Yayıncılık.
ROSENBERG, Dona. (2003), Dünya Mitolojisi, Büyük Destan ve Söylenceler Antolojisi, Çev: Koray Aktan ve Diğerleri., 3. Basım, Ankara: İmge Kitabevi.
UZUNOĞLU, Edibe. (1993), Çağlar Boyu Anadolu’ da Kadın, Anadolu Kadının 9000 yıllı (Katalog), T. C. Kültür Bakanlığı, Anıtlar ve Mezarlıklar Genel Müdürlüğü, İstanbul: Has Matbaacılık A. Ş.
[1] Cumhuriyet Gazetesi, 10/ 03/ 2006: 7.
[2] Bu konu hakkında çarpıcı tespitler ve kabilenin tüm yaşam biçimine bakmak için bkz: Chagnon, A. Napoleon. (2004), Yanomamö -Savaşa Doğanlar-, Çev. Burcu Bölükbaşı, 1. Basım, İstanbul: Epsilon Yayınevi.
İsmet Tunç
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder