Günaltay Atalay İstanbul’dan gelip Erciş’te beş yıl görev yapmış bir öğretmen… Çanakkale-Ayvacık’ta Ayvacık adlı yerel, haftalık çıkan bir gazetede gönüllü çalışıyor. 1966 yılının Erciş’ini, Van’ını anlattığı ve aylarca süren bir yazı dizisi yazmış. Neredeyse 23 sayıda yazdığı Erciş’i, anlata anlata bitirememiş. Şöyle bir kulak verelim Günaltay Atalay’a; içinde sevinçler, hüzünler, bize dair, bizim hikâyelerimizin olduğu sayısız ayrıntı var.
Yıl 1966, Günaltay Atalay, İstanbul’da öğrenci, aynı zamanda kurduğu orkestra ile birlikte Levent ve Beşiktaş’ta hafta sonları düğünlere katılıyor. Salon sahibine “Necati ağabey, ben mezun oldum, Van’a gidiyorum, hakkını helal et” demiş. Karşılığında ise “Yahu Günaltay, taa oralara gidilir mi?” yanıtını almış. Salon sahibi kendisine işi devretmeyi ve işlerin başına geçmeyi teklif etmiş. Günaltay Atalay ise “sağol” demiş ve devam etmiş; “ben öğretmen gönüllüyüm, mesleğimi bilerek seçmiştim” demiş. Böylece Erciş’e gelişi gönlünde kesinliğe kavuşmuş oluyor.
O zamanlar şimdiki gibi kuralar bilgisayar ortamında belirlenmiyordu. Herkes sırayla kura çekiyormuş. Bursa’ya tayini çıkan sevinçten havalara zıplarken, Hakkari’ye çıkan ise “tüh be!... Hakkâri’yi çektim diyor, kaderine isyan ediyordu” diye hatırlıyor hoca. Sıra Günaltay Atalay’a gelince gözlerini mendille bağlamışlar ve koca Türkiye haritasında Ahlat’ı işaret etmiş: Diğer gün Ankara’ya gitmişler orada da çektiği kağıtta “Van Erciş Lisesi” yazıyormuş. Bir önceki gün Ahlat, şimdi Erciş…
Günaltay hoca o döneme ait ne varsa en açık biçimde bizlere sunmuş. Akıcı bir Türkçe ile anlattığı olayları okurken, insanın tüyleri kimi zaman diken diken oluyor (Yazıyı bana ulaştıran Ali Dağer’e sonsuz teşekkür).
Günaltay Atalay Van Gölü Ekspresi ile Tatvan’a gelir. Yazıhanedekilere Erciş’e nasıl gidebileceğini sorar, onlar da ona yöresel ağızla cevap verirler: “Yok vallah gidemisen, yollar eşkıya doli… Hara gidisen. Sabah atlayıp gidisen gardaş.” Otel arar ve oranın tek oteli olan Şark Oteli’nde tek kişilik oda ister. Tek kişilik oda yoktur, on kişiyle aynı odada kalır. Bu onun için güzel bir sürpriz olmasa gerek. Günaltay Atalay’ın üzerinde henüz “İstanbul havası” vardır. Hoca, gönderdiği mektupta ayrıca bu durum için şu ifadeleri kullanır: “Müzisyenlerin saçları uzundu! Okur, karikatürist ve ressamların da çene sakalları… Üzerimde bembeyaz-siyah yakalı bir pardösü…” Mecburen on kişiyle aynı yerde kalmanın şaşkınlığıyla şöyle devam eder hoca: “onlar bana ben onlara değişik…. Senfonik horultular içinde sabahı ettim.” Sabah minibüs’e biner, üç saat sonra Erciş’e varır. İlginçtir ki Erciş’te de tek otel vardır ve onun da adı Şark Oteli’dir… Lisenin tam karşısında bulunuyormuş bu otel. İstanbul’dan gelen bir yabancı, sağa sola bakınır, burada tek kişilik oda bulur. Ama neredeyse soğuktan donmak üzeredir. Sobayı kurcalayarak yakmaya çabalar, gaz sobasını yakmayı beceremeyince görevliden yardım ister. Çünkü az önce sobadan alevler yükselmiştir. Görevli gelir ve “istediğiniz nedir?” der. Şaşırır hoca, görevli “acemi bir öğretmene ders verir biçimde” sobayı yakar. O da penceresinden Erciş Lisesi’nin bahçesini gözlemler. Öğrenciler öğlen tatilindeler. Kısaca sefaleti görür hoca. O dönemin çocuklarının paltolarının olmadığını söyler. Sadece subay ve memur çocuklarının üzerinde palto varmış.
Şehre karanlık erken çökermiş, Akşamları her yer zifiri karanlık, aydınlatma yok, karanlıkta yavaş yavaş otelden elli metre ilerisindeki lokantaya, gözleri karanlığa alışınca elleriyle duvarı yoklaya yoklaya varır. Herkes pür dikkat hocaya bakar. Yabancı olduğu için ilgi fazladır. Mis kokulu haşlama et masaya getirilir. Sonra kendisine çay söylerler. Önce kadeh çeklinde pirinçten yapılmış sarı bir kapta kırılmış küp şeker getirilir. Çay bardağı ve tabağı sonra gelirmiş. Hoca bu duruma şaşırır. “Begim, (bey demezler) ‘arkadan geliy’… dediler” diye anlatır. Hoca olayı sonra anlamış, iki şekeri çaya atmış, bakmış ki kaşık yok. Herkesi bir kahkahadır tutmuş. Çayın nasıl içilmesi gerektiği hocaya izah etmişler. Meğerki kıtlama çay kaşıksız içiliyormuş. Bu da güzel bir tecrübe olmuş hoca için.
O dönem ilkokul öğretmeni Hüsamettin Subaşı (TRT sanatçımız) Ortaokul sınıflarının müzik derslerine giriyormuş. Okul müdürü Mustafa Yörgüç imiş. Hoca, okul müdürünün yardımıyla Atatürk İlkokulu’nda öğretmenlik yapan Musa Say adındaki öğretmenin yanında kalmaya başlamış. İki bekâr birbirlerine yardımcı olmaya çalışmışlar.
Sonraki günlerde öğrenciler ve yöre halkıyla kaynaşmaya başlamış. Kendisinin de onlar gibi yoksul olduğunu anlatır mektubunda: “oysa ben de çevrem kadar yoksuldum. Anasız, babasız, devlet hesabına okuyup öğretmen olmuştum. Sosyal oluşum yaratmak istemiştim. Öğrenciler kadar öğretmenler de etkilenmişlerdi. İçim, onlarla idi, onlardan biriydi. Önemli olan da buydu. 400 lira maaşım vardı. 3 ayda bir 100 liraya elbise diktiriyordum terzi Bayram’a… Amacım, öğrencilerimde, giyim konusunda, giyinme konusunda bir uyanışma aşılamaktı. Yoksuldular, yakışıklı idiler, ancak yoksulluk yakışıklılığı gölgeliyordu” diye devam ediyor. Bu titizliğini de anımsayabildiği kadarıyla 11 yaşında kaybettiği babasından alıyor. “Anımsaya bildiğim bir konu da babamın ayakkabılarının her gün pırıl pırıl oluşuydu” diyor. Hocanın bu çocuklar hakkındaki öngörüleri tutmuş ki, yıllar sonra her biri önemli görevlerde bulunmuşlar. “Bu Erciş’in cevher çocukları, zekiydiler, biliyordum ki ileride adam olacaklar, devlet katlarında görevler alacaklar. Güzel giyinsinler, güzel konuşsunlar, içten davransınlar, dürüst olsunlar… Yıllar sonra gördüm ki o cevherler beni yanıltmadılar.”
(devamı ikinci yazıda...)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder