Perşembe, Temmuz 2

GÜNALTAY ATALAY VE KIRK ÜÇ YIL ÖNCE ERCİŞ /7

Savcı Ziya Bey hakkında şunları nakleder Günaltay Atalay: “Bana, bir Türkçe-edebiyat öğretmenine “dil bilinci dersi” veren kişiydi o… Doğu’da, özellikle de ilçelerde mahrumiyet içinde yaşayan memurların birbiriyle kaynaşmalarının karşılıklı yararları vardır. Tıpkı kutup penguenlerinin güç hava koşullarında iç içe, sıklaşmış saflar halinde yaşamaları gibi...”

“Bizler, öğrenci olarak Osmanlıca ağırlıklı konuşan öğretmenleri bulmuştuk yıllarca karşımızda… Kitap yazarları da aynı ağır dili kullanmışlardır. Öğretmen: “Meseleyi izah edeceğim. Müteakiben meseleyi hülasa edeceğim” dedi. “Konuyu açıklayacağım, daha sonra konuyu özetleyeceğim” demezdi. Ağdalı ve ağır dile alıştırılan kulaklar, karşısındaki öğrencilere de o biçimde öğretiler verecektir. Divan Edebiyatının edebi sanatları; leff ü neşr, tenasüp, hüsnü Halil, tecahül ü arif, tenâkus, mübalağa… Nazım şekilleri, gazel, mesnevi, murabba, terkib-i bend, terc-i bend, kaside…”

“Bu dil ağırlığını, Erciş’te, meslek yaşamımın ilk yıllarında, öğrencilerime, olduğu gibi yüklenmiştim. Kendimi ve öğrencilerimi bilmeden aldattığımı; Cumhuriyet savcısı Ziya Bey’le içli dışlı olunca anladım. O bir hukukçuydu. Hukuk dili de çok ağırdır. “Vareste, tevkif, dava, celse, derdest etmek, vicahi…” gibi Arapça, Farsça sözlüklerin anlamlarını bilenler, eski dil eğitimi almış olanlarla, hukukçular ve güvenlik görevlileridir. Halk, bu sözcükleri duyar anlamlarını bilmez. Savcı Ziya Bey, “tevkif” yerine “tutuklama” “derdest edilerek mahkemeye çıkarılıp hapsedildi” yerine “ele geçirilerek ceza evine kondu” “firar etmek” yerine “kaçmak” derdi. “Millet” yerine “ulus” , “hikaye” yerine “öykü”, “cemiyet” yerine “toplum” demeyi ondan öğrenmiştik. “Katkı” sözcüğünü de ilk kez ondan duymuştuk.”

“Kerim’in şehir kulübünde Savcı Ziya Bey Türkçe sözcüklerle konuşurken, Hüseyin Gündüz Bey, benim Savcı Bey’den etkilendiğimi anlamıştı. Savcı Bey, kulüpte, 10-15 kişiye Trükçe yayın (!) yaparken, ben, her gün, 45 dakikada bir, en az 40-45 kişilik sınıflarda 6 defa Osmanlıca yayın (!) yapıyordum. Ziya Bey, kimseyi asla uyarmamıştı; yalın dil ile konuşarak örnek olmayı yeğlemişti. Edebiyatla ilgili sanat adlarını, kavramları terk edemezdim. “Tecâhül ü Ârif” sanatına girdiğimde, parantez (aytaç) açar, “bilip de bilmezden gelem” yazdırırdım. “Tenâsüp” sanatı diye yazardım tahtaya, ayraç açıp “anlam uygunluğu” diye de türkçe karşılığını verirdim. Günaltay Atalay’ın dili, ikiye ayrılır:

1. Savcı Ziya Bey’den önce,

2.Savcı Ziya Bey’den sonra…”

Böylece bir yandan öğretirken bir yandan da öğrenmesi bilen bir anlayış geliştirmiş

Günaltay Atalay İş Bankası’nın müdürü Hüseyin Gündüz Bey’le birlikte davet edildikleri yemekte. Yan yana oturmaktalar. Savcı Ziya Bey’den önce Türkçe dersini müdürden alır. Cereyana açık masada otururken masa değişikliği söz konusu olur. Günaltay Hoca, “Mahsuru yok bence…” diye cevap verir. Müdür Bey hemen “Mahzur değil; mahzur diyecektiniz herhalde diyecektiniz herhalde? …” diyerek, o sözcüğü yanlış kullandığını ince bir eleştiri olarak hocaya söyler. Hoca, “dost böyle olmalı… Hata, yanılgı, karşısındakine söylenmeli… Üzüldüğümü anlayınca da, “Günaltay Bey, ben sizden 15 yaş büyüğüm. Gençsiniz, kimi sözcükler insanın beynine konar, ama yanlış, ama doğru… Gelecek söyleşilerimizde benim de hatam olacaktır, o hatamı da siz, bana söyleyeceksiniz” diyerek içimi ferahlatma yoluna gitmişti.”

Hüseyin Gündüz Bey ile Günaltay Atalay arasındaki karşılıklı güven önemli bir yol ayırımına giden sürecin de başlangıcı olur. Hocanın maaşı, o dönem 350 lira maaş almakta, 6 ay sonra da stajyerliği kalkacak ve maaşı 400 liraya yükselecektir. Ücretli ders karşılığı olarak da 350 lira kazanmaktadır. Bu durumda toplamda 700–750 lira gelire sahiptir. Hüseyin Gündüz Bey, bankaya onu memur olarak alabileceğini, bu durumda sabit 1000 lira maaşı olacağını, Fransızca da bildiği için 500 lira da dil tazminatı alacağını, bu şekilde aylık gelirinin 1500 lira olacağını hocaya söyler. Hoca ise teşekkür ederek şu cevabı verir: “Değerli ağabeyim, çok sağ olun, ben, hesap işlerini sevmiyorum, öğretmenlik, benim aşk mesleğim. Hukuk fakültesini de kazanmıştım; ancak öğretmenlik baskın çıktı. Benim içimde, gençliğe seslemek, onlarla bütünleşmek, Tevfik Fikret gibi, gençlik içinde çırpınma duygusu, isteği var. Bu, içimde sönmez bir ateş…” demiştim. “Önerinize çok teşekkür ediyorum, öğrencilerimden kopamam, ben gençliksiz yaşayamam…” diye de eklemiştim.” Günaltay Atalay, bu konuya yazdığı mektupta da değinir. Hüseyin Gündüz Bey’in teklifi için “300 dese ne değişirdi ki?...” diyerek sevdiği mesleğe olan bağlılığını dile getiriyor.

(devamı sekizinci yazıda...)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder