Bilginin nerede ve kimde olduğu hiçbir zaman önceden kestirilemeyen bir durum. Kendi halinde bir insan size, ummadığınız bir anda geçmişten birkaç şey söyleyebiliyor. Üstelik sizin hiç mi hiç anlamadığınız bir dilde; Farsça’dan…
Günlerden cumartesi (09. 02. 2008). Zeylan Caddesi’ndeki köy duraklarından birindeyim. Geliş ve gidiş saatleri belli olmayan minibüslerden birini bekliyorum. Şansım varsa minibüs erken gelir, yok eğer şansızsam her zamanki gibi birkaç saati göze alıp beklemekten başka çarem kalmayacak. Sağa sola bakınırken bir dükkân gözüme ilişiyor. Sahibinin dünya görüşünü yansıtan dükkân levhasına şöyle bir baktıktan sonra, içeriyi daha iyi görmek için nerdeyse burnumun camlara değeceğine aldırmadan- kısık gözlerle içeriyi yokluyorum. Gelişi güzel birkaç kitap gözüme ilişiyor. Bunlar genelde din konusunda seçilmiş kitaplar. Daha dikkatli baktıkça cama yakın olan rafın ilerisinde bir raf daha ilişiyor gözlerime. Merak edip içeriye gireyim diyorum. Ne de olsa hiç alakası gibi gözüken yerlerde az kıymetli kitaba rastlamadık. Bu kitaplar, sahaflarda dolaşırken insanın gözüne ilişen kaplı, sararmış, az biraz yıpranmış ve insana sevgiyle bakan, yılların kokusunu taşıyan kitaplar izlenimi veriyor bana. İçeri girdikten sonra kısa bir tereddüt anından sonra raflara bakıyorum. O esnada içerideki küçük kulübe benzeri sığınaktan dükkân sahibi olduğu belli olan şahıs geliyor.
Selam verdikten sonra tahminen yaşı 45’in üzerende olan biri tebessümle karşılı veriyor. Kitaplara bakabilir miyim? deyip izin istiyorum, o da tabi diyor. Çeşit az ama kitaplar değerli. Gazali’nin dört ciltlik eseri, fıkıh kitapları, temel İslam bilgileri içeren kitaplar var. Tabi yan taraftaki –merakla baktığım- raf satılmayan, şahsi kitaplardan oluşuyor. İçinde eskilerden esintiler taşıyan birçok kitap var. Farsça yazılmış ve ilk bakışta karma karışık gözüken bu kitapları incelemeye başlıyorum, bir yandan da dükkân sahibiyle sohbete başlıyoruz.
Pek sormaya fırsatım olmuyor ama medrese eğitimi aldığı belli bu şahsın. Derken kitabı elimden alıp akıcı bir dille Farsça okumaya başlıyor. Bir yandan da Kürtçe telaffuz ediyor. Arada Kürtçe bilip bilmediği de soruyor evet deyince daha rahat anlatmaya başlıyor. Arada anlatabildiği kadarıyla da Türkçe anlatıyor.
Okuduklarını anlatmaya başlayınca insan bir anda başka bir dünyada gezindiğini zan ediyor. Değişik bir mekân, değişik bir atmosfer ve değişik bir anlayış.
Okudukça anlatımı süratleniyor, ben tatlı tatlı dinliyorum, bir yandan da kendi kendime soruyorum, “acaba anlattığı olay ne?”
Bir ara duraksıyor ve meraklı meraklı soruyorum. Hoca cevap veriyor, aynı zamanda gülümsemeyi de ihmal etmiyor. Bu Şirazi’nin Gülistan’ı diyor. Zamanında Şiraze’nin Gülistan’ını okumuştum ama öyle gelişi güzel bir noktadan anlatmaya başlayınca da anımsayamadım hemen. “Farisi yazılmış” diyor. “Maşallah ne güzel okuyorsunuz” diyorum, sadece gülümsüyor. Ayaküstü beş dakikada insanın mutlu olması budur deyip, çıkmaya hazırlanıyorum dükkândan.
Önümüzdeki günlerde işimin olmaması durumunda kendisini ziyarete geleceğimi söyleyerek kendisinden söz alıyorum. Tebessümü yüzünden eksik etmeyerek elimi sıkıyor ve beklerim diyor.
Kim bilir belki benim ya da bizlerin bilmediği bir hikâyesi vardır.
Belki sakladığı ve kimseyi de ilgilendirmediğini düşündüğü bir iki anısı vardır.
Belki felsefesi olan eski medrese eğitiminin, bildiği Farsçanın, şimdilerde artık modernizme kurban giden bir anlayışı vardır. Bilmem aklıma daha neler geldi neler… Bu tip “insan sarrafı” olan şahıslar iyi birer hikâye anlatıcısıdırlar. Her kesimden yaşanmış anıları, yasaksı algıları, toplumsal duruşları ve dahası toplumun anlamadığı ama bildikleri başka dilli bir dünyanın geniş bir ütopik hazineleri var. Onlardan faydalanmak için onları görmek gerek. Zamanımızda geçerliliğini yitirmiş o derin “erdem” sahibi medrese kültüründen beslenen ve günümüzde toplumla kopuk bir yaşam sürdüren bu şahıslar bizlerin silik birer bellekleridirler. Onları yeniden keşfetmek gerek. O mütevazı görünüşleri nereden kaynaklanıyor? anlamak gerek. Onlar bizlerin kültür ayaklarımız. Bizlerin geldiği noktada geçmişte çok öenmli görevler aldılar. Sonra bir şekilde sistemden bertaraf edildiler. Anadolu kültürünün bu gizemli derin adamları hala anlatacak hikâyeleriyle yeniden keşfedilmeyi bekliyorlar. Tasavvuf felsefesinin bu altın kalplerini unutmamak gerek.
Şirazi öldü ama Gülistan yaşıyor. Gülistan’ın bir parçası da Erciş’te, kimsenin pek dikkatini çekmeyen bir dükkânda insanlara gülümsüyor. Kim bilir diğer parçaları dünyanın hangi taraflarında, meraklılarını bekliyor.
İsmet Tunç
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder