Perşembe, Temmuz 2

GÜNALTAY ATALAY VE KIRK ÜÇ YIL ÖNCE ERCİŞ /5

Bu tatlı ve içten anılardan sonra, devamında yaşananlar ise insanı düşündüren, doğu insanının biraz da ince zekâsını ele veren masumane ayrıntılar. Bir de kaybettiklerimiz üzerine kafa yormamızı sağlayacak, özeleştiri yapmamız için sunulmuş bir fırsat. Van Gölü’nün yitip gitmesine nasıl olur da izin vermişiz bir kez daha düşünmek gerek. Devamını Günaltay Hoca’dan dinlemeye devam edelim: “Arkadaşlar gölde, ben kıyıdayken, plaj kenarına 3 kamyon geldi, kıyıya yanaştı. Kıyının sorumlusu (!) ben olduğuma göre, kalktım “hoş geldiniz” deyip kibarca niçin geldiklerini sordum. 1. sıradaki kamyonu gösterdiler. kamyonun arkasında büyükçe bir deniz motoru vardı. Motoru indirdiler, kıyıya getirdiler. Sonra da diğer kamyonlardan boş tahta kasaları indirdiler. Göle açıldılar, ağları attılar, biz süre sonra ağları toplayıp; çıkan balıkları kasalara doldular. “

“Arkadaşlar, kıyıdaki çalışmaları fark edince gölün açıklarından, kıyıya geldiler. Kamyonla gelenleri daha önceden tanıdıkları konuşmalarından anlaşılıyordu. Bu balıkçıklar Malatyalıymış. Ayda bir gelirlermiş, balıkları kasalara doldurup yollarının üzerindeki yerleşim merkezlerinde satarlarmış. Satamadıklarını da Malatya’da satarlarmış. Atakan Çelik: “bak Günaltay balık işi bitince ne yapacaklar, gör” dedi. Balık işi bitti. 3. kamyondan kasa kasa boş şişe çıkarıldı. İçiler ellerine ikişer kasa şişe alıp göl kenarına gittiler, o şişerler ikişer ikişer göle daldırılıp “curulup, curulup” sesleriyle dolduruldu.

“Doldurulan şişe kasaları, kamyona taşındı, diğer boş şişe kasaları getirildi. “Atakan, bu ne iştir böyle?” diye sordum. “Uyanık Malatyalılar, gölün özelliğinden yararlanıyorlar. Gölümüzün suyu sodalı. Bu sodalı suyu şişeleyip çamaşır sodası olarak kullanılmak üzere vatandaşlara satıyorlar” dedi. “Yani, vatandaş kandırılıyor…” dedim. Atakan. “Hayır, kurnaz ve çalışkan olduklarını kanıtlamış oluyorlar” dedi. Hüsamettin de aynı şeyleri söyleyince Malatyalı açık gözlüleri övdüm, kutladım. “Kaynakları değerlendiriyorsunuz” dedim. Hüsamettin: “Günaltay, sodanın yoğunluğunu kanıtlayalım mı?” dedi. Ben de: “tabii” dedim. “Aynan varsa, yüzüne bir bakıver” dedi. Gittim, pantolonun arka cebinde aynamı aldım, baktım: “Aaa… yüzüm, beyaz savaş boyası sürülmüş Kızılderili’ye dönmüş…” dedim. Meğer sodalı göl suyu kuruyunca, soda badanası çekmiş yüzüme… Atakan: “daha bitmedi…” dedi. Hüsamettin’e seslendi: “Gardaşım, benim küçük çantayı, arabanın arkasından alıver” dedi. Çanta geldi, Atakan. “haydi hel bakalım, göl kenarına…“ dedi. Göl kenarına gittik. Atakan yere çömeldi, elinde beyaz gömlek… “Ne o Atakan, sen Nasrettin Hoca’nın torunu musun yoksa? Göle maya mı çalacaksın?” dedim. “Ona benzer bir şey…” dedi. Özellikle yakaları kirlenmiş beyaz gömleğini suya daldırıp daldırıp çitilemeye başladı. Hemen yanımıza da Hüsamettin çöktü. Ben ortalarındaydım. Bir atakan’a bri Hüsamettin’e bakıyordum. 2 dakikada gömlek yakaları bembeyaz olmuştu. Gömlek yakalarından başlıyorlardı çitilemeye, sonra tüm gömleği…” işlem bitmedi” dediler, onlar önde, ben arkada 20–30 metre ilerimizde van Gölü’ne akan bir dereciğe geldik. Her iki arkadaşım da dereceye girdiler, gömlekleri temiz suda yıkadılar. Birlikte sıkma işlemi yaptık, dallara astık. Bu arada dereciğin içinde, bedenindeki sodalardan arındım.”

“Malatyalı balıkçılar içi balık ve sodalı su şişeleriyle dolu kasaları yükleme işini bitirdiler. Tuttukları balıklardan bize de armağan ettiler. Malatyalıları uğurladıktan sonra arkadaşlar tekrar göle girip yüzdüler. Ben de balıkların başında (!) nöbet tuttum…”

“Bir süre sonra arkadaşlar kıyıya çıktılar, orada doğruca dereye… Üzerlerindeki sodaları attılar. Bana böyle bir günü yaşattıkları ve Van Gölü’yle tanıştırdıkları için, onlara teşekkür ettim: “Akşama bizde toplanalım. Balıkları pişirir yeriz” dedim. Hüsamettin: “Sağol Günltay, bize gideriz, evde tandırda pişiririz. Siz de tandır vardır belki, ama anam bizimkinde daha çabuk pişirir…” deyince itiraz edemedim. “Musa’yı da çağırsak?” dedim. “Van etinin tadını da aldı o, balık yiyeceğini pek sanmam… Ama çağıralım” dedi.

“Yola koyulduk. Türküler, şarkılarla yol çabucak bitti. Van’ın insanı çok terbiyelidir. Çevreye saygılıdır; türküler, ilçe dışındaki kümbette kesilmişti.”

Hocanın içinden geldiği gibi aktardığı ayrıntılar sıradan bir gün gibi gözükmektedir. Yani oluş sırasına göre verilen günlük yaşam öğeleri, bizlerin bugünkü geldiği noktanın o günkü temellerini oluşturuyor. Dolayısıyla o dönemden önceki değer yargıları da ondan önceki yaşam öğelerinin toplamından oluşuveriyordu. Adına “kültür” dediğimiz olgu sürekli birbirinden beslenen günlerin toplamından meydana geliyor. Zamanla meydana geeln değişmeler kısaca sosyo-kültürel değişme olarak adlandırılan ve birçok farklı bünyesinde barındıran bir süreçtir. O günün eğlence anlayışı bugün her ne kadar da sürdürülüyor olsa da özünde bir değişimin olduğu gözle görülür bir gerçektir. Bir defa; şimdilerde hayat o derece kaygıdan uzak yaşanmamakta, günlük yaşam öğeleri o derece saf halde sergilenememektedir. İnsanların bakış açılarında sınırlı bir yayılım alanı mevcuttur. Bu da, kısa zamanda işlerin hal edilmesi, daha az karakterden oluşan sosyal ortam, eğlence ya da gezi alanının belli gelişi güzel seçilememesi (artık aile, arkadaş ortamı için farlı farklı noktalar ve özel olarak da belli günler seçilmektedir) -birçok farklı unsurların bir arada bulunmasından ötürü- insanları belli tercihlere yöneltmektedir. Bu anlayışın değişmesinde Erciş’in çokça göç almış olması, buna bağlı olarak nüfus artışı ve bir şekilde kendi alanında kalmanın verdiği güvensizlik hali de eklenince kamusal alan problemi ortaya çıkmaktadır (dinsel ve ataerkil aile yaptırımını da göz önünde bulundurmak gerek).

(devamı altıncı yazıda...)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder