Perşembe, Temmuz 2

GÜNALTAY ATALAY VE KIRK ÜÇ YIL ÖNCE ERCİŞ /9

Ayrılık saati yaklaştıkça hüzünler de artmaktadır. Hoca’nın o ana ait hatırladıkları, belki de el değmeden aynen aktarılmalıdır ki, insanlar araya “görünmez bir el”in girdiğini fark etmesinler. Aracısız, köprüsüz, sadece haliyle Günaltay Atalay’ın Erciş’ten ayrılış günü;

“26 Eylül 1970… Ders bitiminden sonra, geniş bir sınıfı boşaltmışlar, masa, sandalyelerle donatmışlar. Beni orta masanın ortasına oturttular. Sağımda okul müdürü, solumda Hüsamettin subaşı. Yanlarda, karşımda öğretmenler, veliler karışık oturuyorlardı. Tam karşımdaki sınıf karatahtasına özenle bir yazı, hatta iki yazı yazılmış… Tahta, ikiye bölünmüş tebeşirle. “Değerli öğretmenimiz Günaltay Atalay, sizi asla unutmayacağız” yazısının altına, okulun bütün sınıfları şubeleriyle yazılmış. Sağ tarafta da okul müdürü ile öğretmenlerin duyguları: “Gidiyorsun, ama hep bizlesin…”

Yenildi, buz gibi ayranlar içildi, geçmiş yıllar anımsatıldı. solumdaki Hüsamettin subaşı, sazının teline bir iki dokundu, akortladı. Benim meşhur üç parçamı çaldı. “Benim” derken, sevdiğim parçaları belirtmiş oluyorum. . “Fırat Kenarında Yüzer Kayıklar, Mühür Gözlüm ve ayrılık…” Araya bir de Gönül Dağı’nı koymuşlar. Son türkü, her zaman olduğu gibi “Ayrılık” adlı Azeri türküydü.”

“10 Ekim sabahı, öğrenciler eve doluşmuştu. Kamyon-kamyonet arası bir açık araca eşyalar yükleniyordu. Öğrencilerim, masanın ucunu bile elletmediler bana. .. Veliler de gelmiş. Kolunu kırdığım öğrencimin babası da aralarındaydı… “Sana, bir kol borcum var” dedim. “Örgetmen Beg, aha öbür kolunu da alasan gidesen” demişti, gülerek… Kamyonu okul önüne getirmişler… Branda da çekilmiş. Brandanın üstünde öğrencim İsmail Göldaş ve iki arkadaşı… Halkla birlikte yürüyoruz; kamyon da arkadan geliyor. Öğrenciler, tenefüsü bahane edip uğurlamaya katılmışlar… Ben en önde ortaya alınmıştım. Kendimi, idama giden bir mahkum gibi hissetmiştim. Gözlerim dolu dolu… Ağlıyorum… Yalnız gözlerim değil, içim de ağlıyordu… Erciş’ten, Ercişlilerden, Van’dan ayrılışın tarifsiz hüznü dolmuştu gönlüme, beynime… Ortaokulu bitirip; nadasa boırakılmış bir tarla gibi,, lisenin açılışını altı yıl beklemiş o benim canlarım, can dostlarımdan nasıl ayrılabilirdim?... Ama bu bir gerçekti, vedâ anı, saniye saniye yaklaşıyordu işte… Ölüm gibi kaçınılmazdı. Artık, bu yiğit insanlardan, okuma aşkıyla yanan, okumaktan başka bir yol olmadığının bilincine erken yaşta varmış, ancak liseye 19–20–21 yaşlarında başlamaya mahkûm edilmiş bu çilekeş insandan ayrılmak.”

“Hüzün içinde ağlamamı gizlemeye çalışırken, bir gülüşme oldu… Sağa sola şaşkın şaşkın bakıp duruken, yanımdaki öğretmen arkadaşım: “Duydun mu adam ne dedi?” demişti. Meğer biz ilerlerken, karşı yönden gelen bir vatandaş: “Ula kim ölmüş? Ağa mı ölmüş? Ula ne kalaba?” (kalabalık) diye hayretini dile getirmiş. Uğurlayıcılar adamı duymuş, gülmenin nedeni buymuş…

Şark Otobüsleri önüne geldik. Son defa daha vedalaştık. Kamyonun üstünde 3 öğrencim hala duruyor… Onlara seslendim: “İnmeyecek misinizi?...” İsmail Göldaş: “Öğretmenim biz müdürden dünden aldıydık izni… Biz de geliyoruz Tatvan’a… Eşyalarınızı trene yükleyeceğiz” demişti. Ne diyebilirsiniz ki bu âlicebanplık karşısında…

“Tatvan’a geldik. Erciş nire, Eskişehir nire? Bir boş kamyon eşyanızı taşıtamazsınız. Eşya, İsmail Göldaş ile iki arkadaşı tarafından Vangölü Ekspresi’ne taşında. Vedalaştık, trene bindim. Tren yavaş yavaş raylar üzerinde kayarken öğrencilerimizle el sallayarak vedalaşıyorduk. Onlar ve ben gözden kaybolana kadar…”

“Uzunca bir yolculuktan sonra Eskişehir’e geldim. Baktım Ercişli öğrencim Ekrem Beyaztaş ile İş Bankası’nın müdürü Hüseyin Bey’in oğlu Cenap Doğan Gündüz karşımda… Eskişehir Hastaş Üniversitesi Eczacılık Bölümü’ne yazılmışlar. Banka müdürü, “gidin öğretmeninizi karşılayın” demiş. Sevinçle, koşa koşa gelmişler gara…”

“Erciş… Van… Erciş’ten ayrılana kadar Tekirdağ’lıydım. Eskişehir’e geldiğimde “Tekirdağlı-Ercişliydim” artık. Sonraki yıllarda askerlik işlemi için Ankara’ya gitmiştim. Otogarı gezdim. Erciş-Tur otobüsünü görünce, içim ısındı, merdiven basamağına çıktım.

2 eski dostu gördüm. Tüm Ercişlilere selamlarımı ilettim. Ben, aradan bunca yıllar geçmesine karşın Erciş’i, o evlatlarımın, gerçek dostlarımı hâlâ rüyalarımda görüyorum… Onları asla unutmadım, unutamam.”

Theodore Zeldin, “Bugün insanların büyük bölümü için sevgi en etkili büyüdür” der. Aradan geçen kırk yıldan fazla bir zamanda unutulmayan bir yaşam kesiti. Kısacık bir zaman diliminin, insanın tüm yaşamına sinmesi bu derece önemliyse eğer, arada mutlaka bir büyü vardır; o büyü Zeldin’in dediği gibi, sevgiden başka bir şey değildir.

Erciş’in Günltay Atalay için önemi çok büyük. Elbette, Günaltay Atalay Erciş’e çok şey kattı. Ama Erciş de Günaltay Atalay’a çok katmış. “ Az çok başarılı bir öğreten olabildiysek bunu, Erciş’e borçluyum. Eskişehirliler alınmasınlar ama, Erciş’ten sonra atandığım Eskişehir, ilk görev yerim olsaydı, inanın öğretmenlik ruhum ve anlayışım böyle olmazdı. Eskişehir gelişmiş bir büyük şehirdi. Öğrencilerimi hiç de yaratıcı, zeki kendime yakın hissedemedim.”

Yazı var olmaktır. Geçmişi ayakta tutan bir iskelettir yazı. İnsan kısa yaşar ama yazı uzun. Çağlar boyunca tüm toplumsal yaşamlarını kaleme alan milletler sürekli geçmişten beslenmişlerdir. İnsanın kendini ve toplumunu geliştirmesi geçmişi bilip geleceği ona göre inşa etmesiyle mümkündür. Sümerleri, Hititleri şimdi daha iyi anlayabiliyoruz. Mükemmel bir tarih yazıcılığı geleneğine sahip bu toplumlar, gün ve gün tabletlere işledikleri bilgilerle oluşturdukları medeniyetleri, günümüzde olduğu gibi gelecekte de onları saygıyla anmamızda en büyük etkendir. Var olmak geçmişi bilmektir. Kırk iki yıl ya da öncesinin bilgilerine ne kadar çok farklı kaynaktan ulaşırsak o denli objektif bir tarih yazıcılığına ulaşırız. Keşke her alanda sayısız belgemiz olsaydı da karşılaştırma yapma şansına sahip olabilseydik.

Günaltay Atalay bir eğitimci, toplumsal bir varlık olarak üzerine düşeni yapmış ve bizleri o günlerden haberdar etmiş. İnsanın bu anlatılanları okuyup şöyle 42-43 yıl öncesinin Erciş’inde dolaşmaması için hiçbir neden yok. Bize sunulan, bizim kendi öz hikayemiz. İstanbul’da başlayan, Erciş’te devam eden, Eskişehir’e uzanan ve Ayvacık’ta bir araya gelen bir hikâye.

Mektuplar her ne kadar “özel” olsalar da, bu tür; bireyi olduğu kadar bireyin toplumunu da ilgilendiren konularda bunları herkesle paylaşmanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Esasen hocanın içten gelen, daha başka duygularını “yanımda” saklamakla birlikte, kaba hatlarıyla bazı şeyleri okuyucuyla paylaşmanın ve bunun geçmişe dair bir algı bütünlüğü oluşturacağına yardımcı olacağını ümit ediyorum.

İsmet Tunç

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder