Perşembe, Temmuz 2

Çocukluk Anılarımız, Geçmişimiz ve İnançlarımız Üzerine

Hayata dair en güzel anılar çocukken yaşadıklarımız galiba... Hiç birimiz yoktur ki çocukluğunu özlemle anmasın. Belki istediğimiz gibi bir çocukluk geçirememiş de olabiliriz, ama olsun... Çocukluk evrensel bir olgudur.

Çocukken hiçbir şeyi sorgulama gereği hissetmeyiz. Aslında meraklıyız sadece, hani bilirsiniz; anne babaya sorulan garip sorular vardır ya ve genelde cevabı leylek getirdi ile sonlanan... Şimdi leyleğin ne kadar kutsal bir canlı olduğu geliyor aklıma. Acaba ben de almış mıyım bu leylek cevabını hiç hatırlamıyorum. Galiba böyle bir soru sormamıştım...

Oturup çocukluk inanışlarımızı, çocuk olmanın özgürlüğünü ve ütopyalarımızı düşündük. Ortaya çok ilginç inançlar çıktı. Ya bunları anlatmasak? ya bunlar da bizim gibi bir gün gelip bu yeryüzünden silinse? Galiba çoğu kişi bu zenginliğe sahip ama dile getirmiyor.

Çocukken nelere inandığımızı bize düşündüren kişi uzaklardan, Mardin’den bir arkadaş çok ilginç bir çocukluk anısını yazdı bize. Bu, güzellik, bizim de anılarımızı hatırlamamı sağladı (söz konusu ortam www.yyusozluk.com adlı sitede cereyan etti). Şöyle diyordu arkadaşımız: "Küçüklüğümüzde sahip olduğumuz inançlarımız vardı (şimdiki çocuklarda var mı bilmiyorum). İnanışa göre nisan yağmurunun altında ıslanmak; çirkinleri güzelleştirirken benim gibi kara olanları da beyazlatırmış. Bu yüzden de nisan yağmuru düştü mü toprağa, tüm mahalle çocukları toplanarak "barana buke" şarkısını söyleyerek yağmurun altında şuursuzca ıslanırdık. Ben bir türlü beyazlamadım, faydasını gören var mı onu da bilmiyorum." İçten ve samimi bir yaklaşım... Çocukluğun yaşanan en güzel tarafı galiba.

Aslında bir iki örnek daha verip, olayın halkbilimsel anlamı üzerinde de durmakta fayda var. Benim de çocukluğumdan kalan birkaç ayrıntı var aktarmak istediğim... Ne çok eğlenirdik; büyüklerimizin bize anlattığına göre her dolu yağdığında mavi boncuklar da gökyüzünden 'dolu'larla birlikte gelirmiş. Her yağışta da başımıza dolular çarparken, biz aldırmadan dakikalarca mavi boncuk arardık... Hiç bir zaman mavi bir boncuk bulamadım ama her dolu yağışını dört gözle bekledim. O zamanları iyi hatırlıyorum. Köydeydik, koca koca dolu taneler başımıza çarpa çarpa yere düşerken; biz, kendimizi korumaya çalışırdık ve gözlerimiz yağan doluların arasından mavi boncuk arardık. Arada, çocuklardan biri bir tane boncuk buluverirdi Ama şimdi biliyorum ki onlar gökten yağmamıştı. Bilirsiniz, köylerde inci boncuğa merak fazladır. Büyük ihtimalle yerlere dökülen boncuklardandı bulunanlar. Boncuğu bulan arkadaşımızın başına üşüşür, boncuğa hayran hayran bakardık. Boncuğu bulan çocuğun sevincine diyecek yoktu doğrusu. Hepimizin de öyle…

Çocukluk anılarımız bununla bitmedi tabi, sevgili Nuhungemisi (İlhami Mısırlıoğlu) bizlere "yağmurun sınırını bulmak" başlıklı bir anı gönderdi. Olayı şöyle tanımlamıştı; "Çocuklukta, Çelebibağı'nda yağmur yağınca, yağmurun sınırını bulmak için deli gibi koşardık; sınırın bu çizgisinin epeyi belirsiz olduğu, ince tozlu alanlarda zaman zaman keşfedildiği söyleniyordu." Çocuk aklımızla yağmurun nerde bittiğini bulmak için koşturuyoruz. Bulsak da sınırları, bulmasak da arayış güzeldir.

Çocukluğumuzu analiz ettiğimizde satır aralarında inançlarımızı, örfümüzü, geleneğimizi, göreneğimizi, töre, anane gibi sosyal toplumsal yaşamımızı düzenleyen kurallarla karşılaşıyoruz. Uzun süren yaşantılar yani hayat tecrübeleri, sorgulanmadan yani iyi ya da güzel, zararlı ya da yararlı demeden bazı şeyleri yapmamızı istiyor. Büyüdükten sonra bunların farkına varıyoruz. Dersube takma adlı Ercişli bir arkadaş çocukluktan kalan inançlarımızdan birini anlattı: "Çocukken gökkuşağının altından geçince cinsiyet değiştirildiğine inanılır, bu konu hakkında ilginç hikâyeler anlatılırdı. Sonra acaba olacak mı diye yağmurdan sonra gökkuşağının çıkmasını beklerdik. Sanki erkek ya da kız olunca her şey hallolacakmış gibi..."

Çocukluk inançlarımızdan kalan başka bir güzelliği ise yine Mardinli arkadaş şu şekilde aktarıyordu; Kuraklığın olduğu bahar aylarında "çocuklarla toplanarak ellerimizde tenekeler, mahallede tak tak müzik eşliğinde dolaşırdık. Arada da:

golka me giya divê (yavru danamız ot istiyor)

melê me zıkat divê (imamımız zekât istiyor)

meş xwedê baran divê (biz de Allah’tan yağmur istiyoruz).

şeklinde bir şarkıyı hep bir ağızdan söylerdik. Her evin kapısı tek tek çalınarak; ev sahibi kapıya çıktığında bu şarkı yüksek sesle hep bir ağızdan söylenirdi. Ev sahibi de, durumuna göre; şeker, para veya benzer hediyeler dağıtırdı çocuklara. Artık eldeki poşetler dolunca, kapısı çalınan bazı evler hediyeleri verdikten sonra çocukların üstüne su dökerdi, ıslandığımızı gören başka ev sahipleri de ıslanmış biz çocukların üstüne un dökerdi. İyice una bulanınca hediyeleri bölüşüp evin yolunu tutardık. Oturup yağmurun yağması için de gerçekten dua ederdik ama…

Not: şimdi anlıyorum ki dökülen su ve un iki temel nimeti ve bereketi işaret ediyormuş."

Bereket ve bolluğun hafızalarımızda yer etmesi için ailelerin çocukları farklı şekilde kandırdıkları da görülür. 1980 doğumlu olan Ercişli bir öğretmen (adının belirtilmesini istemiyor. 80 kuşağından olması mı? Yoksa çocukluğunun deşifre edilmesinden mi korkuyordur acaba? Ama korkusu sabittir, görülmüştür) çocukken büyüklerin söylediğine göre sofradaki ekmek kırıntılarını yememiz durumunda para bulacağına inanırdık.

Halkın genel inanışları toplumsal mutluluk olgusuyla açıklanır. Bu yönde eğilimler yüce kuvvete yani semavi dinler için Allah'a olan inançla ilgilidir ve bunun örneği ilkel toplumlarda da görülmektedir. Kuraklık için dua eden Afrika kabilelerinden Buşmanlar (Hollandalıların onlara taktıkları isim; çalı adamı; kısa boylarından ötürü), kendilerine yiyecek göndermesi için güneşe veya yıldızlara şöyle seslenirler:

ey oradaki yıldız,

bana bir yaban keçisi göster!

ey oradaki yıldız,

elindeki şu değnekle

karınca yuvası kazdır bana.

ey oradaki yıldız,

yüreğimi sana sunuyorum,

sen de bana sun!

ey oradaki yıldız,

yarın bir toprak kurdu görmek istiyorum,

öldür köpeği de

doyur beni.

karnımı doyur ki,

yatıp uyuyabileyim. [1]

Sosyal araştırmacılar ilkel zihniyeti prelojik yani mantık öncesi olarak tanımlarlar. Bunu ortaya atan Lévy-Bruhl; ilkel toplumları düşünce bakımından çocuksu olarak tanımlarlar. Bizim çocukken olaylara verdiğimiz tepkiler bir anlamda ilkel toplum zihniyeti olarak tanımlanır. Bu, kesinlikle hakaret olarak algılanmamalı, bir toplumun olayları idrak edişiyle ilgili etnografik, halkbilimsel ya da folklorik bir yaklaşımdır.

Nihat Çavuşoğlu’nun çocukluk inançları çok ilginç ve düşündürücü: “İlkbaharda, yerden buhar çıktığında gâvurların yerin altında soba yaktıklarına inanırdım” diyor. Gâvur kelimesinin toplumca çok kullanılmasından ve farklı şekilde bilinçaltlarımızda yer edinmesinden olsa gerek, bir çocuğun bunu hafızasına kazıması pek de yadırgayıcı olmuyor. Dolayısıyla ikinci bir anısında da yine gâvurlar var: “Gâvurların boynuzlu olduğuna inanırdım.” Çavuşoğlu’nun bir diğer anısı ise daha ilginç; “Gök gürlediğinde Şükrü Baba’nın (Ercişli bir ermiş) gökyüzünde varilleri itelediğini ve bundan ötürü bu sesin çıktığına inanırdım” diyor.

Kendimize ait kurduğumuz dünyalarda kim bilir ne hayaller kurduk. Şimdiki çocukları düşününce, belki de ileride anlatacakları bir çocukluk inançları olmayacak diye hayıflanıyoruz. Her şeyin akli mantığa göre öğretildiği günümüz çocukları, elbette bizim çocukluğumuzdan farklı çocukluk inançları olacaktır. Belki de onlar birer Süpermenlerle ya da diğer hayal kahramanlarıyla iletişimlerdeler. 50 yıl önce bu kahramanlar olmadığı için Şükrü Baba’nın gökte varil yuvarlaması daha mantıklı geliyordur bize.

Bu noktada bir anı bizleri diğer kültürleri de hatırlamamızı sağlıyor. Ali Dağer’in çocukluk inancında sade ama derin bir ayrıntı gizli. Diyor ki; “ben dünyanın Erciş ve bizim köyden ibaret olduğunu bilirdim.” Oldukça masumane bir ifade… Kısa bir zaman dilimi ile dar bir alanda varoluşsal bir ifadeyle benzer kültürlerde bunun varlığına şahit olmak insanı şaşırtıyor.

Ruth.Benedict’in[2] aktardığı gibi, Digger Kızılderilerin reisi “başlangıçta tanrı herkese kilden bir çanak verdi ve insanlar yaşamlarını bu çanaktan içtiler” der. Kısa ve yalın bir var oluş. O günden bu güne yaşamları bu çanak üzerine kurulu. Bu var oluşa başka kültürlerle devam edersek; Mali’de yaşayan Dogonlar, 200 km’ye yakın bir ufuk çizen ve 400 metre yükseklikteki devasa bozkırı kontrol eden pembe küçük çakıl taşlı Bandiagara falezinin üzerinde, evrenin merkezinde olduklarına inanırlar.[3] Malezya’da yaşayan bir etnik grup olan Ma’betisekler, dünyalarının suyun üzerinde olduğuna inanılar. Dünyayı soğan gibi katmanlara bölmüşler, en iç katmandan dış katmana geldikçe ideal bir dünya oluşur. Bolivya’daki Amazon ormanlarında yaşayan Kimenesler’e göre dünya tek bir eksenin üzerinde duruyor ve bir şişeyi andırıyor. Şişenin ağzı doğuyu, geniş olan alt kısmı ise batıyı temsil ediyor. Kuzey ve güney sayılmıyor. Bu dünyaya ilişkin daha birçok mit anlatılır. Meksika’nın doğusunda yaşayan Maya inancına göre dört dev kardeş göğü tutuyor ve düşmesine engel oluyor. Başka bir Maya inancına göre birçok dünya birbirini izlemiştir ve sonuncusu Maya takvimine göre bugünden 3114 yıl önce meydana geldi 21 Aralık 2012 yılında bu döngü tamamlanacak.[4] Yine kimi ilkel kabilelerde insanlar, dünyanın kendi tarlasından doğduğuna inanmaktadır. Şamanizm inancında dünya (yer) denizden yaratılmıştır. “Anlatıya göre, Asya’da büyük bir deniz varmış, ilahi bir varlık yeryüzünü bu denizden oluşturmuş” [5]

Bu çeşitlilik nereden kaynaklanmaktadır? Benzeri örnekler o kadar çoktur ki, insanın bu farklılıklar karşısında başının dönmemesi, kültür denilen olgunun hayranlığına kapılmaması içten değil. Anlatılanlar kültürün birer parçası olan kalıplardan, yani dinden, mitolojiden ve daha başka öğelerden… Digger Kızılderilerinin reisi “artık çanağımız kırık. Her şey geçip gitti” (Benedict,2003:42) dese de kültür adına bunun varlığı yadsınamaz. Küreselleşen çağda artık çok azımız dünyanın kendi tarlamızdan fışkırdığına inanırız. Sadece bir tebessümle karşılarız ilahi olan kuvvete dair efsaneleri. Sedat Veyis Örnek, ilkel kültürün bizimkinden farklı oluşunu şöyle anlatır: “ilkellerin düşünüş, duyuş ve davranışlarının çoğu zaman bizimkinden farklı oluşu, onların inanç dünyalarını biçimlendirmektedir. İlkel insan doğa karşısındaki savaşında, teknik yetersizliğini ve çaresizliğini din, büyü ve dinin buyruğundaki sanatla giderek istemiş; evrenin oluşum sırlarını da bir çeşit “bilim öncesi bilim” olan efsane ile açıklamaya çalışmıştır”[6] Aslında bilimsel ya da modern anlamda gelişme ile bu tür duyuş özellikleri arasında ciddi bağlantı var. Bilimsel öngörünün her olguya mantık gözüyle bakmamızı sağlayan o geniş dünya, dolayısıyla bazı batıl inançların da bünyelerimizden elemine edilmesine neden oluyor.


Arada bir çocukluğa dönmek güzeldir. Dünyanın koşuşturmasından, yorgunluğundan kaçmak için; saklanmak, eski muzipliklere sığınmak ve biraz da pembe yalancıklar söylemek...

Belki sizin de bir küçük anınız vardır. Onları da kayıt altına alalım mı? Ne dersiniz?



[1] ÖRNEK, Prof. Dr. Sedat Veyis. (2000), 100 Soruda İlkellerde Din, Büyü, Sanat, Efsane, 4. Baskı, İstanbul: Gerçek Yayınevi

[2].BENEDİCT, Ruth. (2003), Kültür Kalıpları, Çev: Nilgün Şarman, 1. Basım, İstanbul: Payel Yayınları.

[3] ŞENER, Cemal. (1996), Şamanizm, İzm’ler Dizisi: 4, İstanbul: Yön Matbaası.

[4] Focus Dergisi Kasım 2004.

[5] ŞENER, Cemal. (1996), Şamanizm, İzm’ler Dizisi: 4, İstanbul: Yön Matbaası

[6] ÖRNEK, Prof. Dr. Sedat Veyis. (2000), 100 Soruda İlkelerde Din, Büyü, Sanat, Efsane, 4. Baskı, İstanbul: Gerçek Yayınevi.

İsmet Tunç

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder