İlk kez farklı olanla karşılaşılınca farklı tepkiler vermek doğaldır, ama günümüzde bilinmeyen şeyin bu derece sabırla karşılanması pek olası değildir. Hoca, bir gün, bir öğrencisini sebze haline lahana almaya göndermiş, öğrenci gidip gelmiş ve “o dediğinizden yoktir” demiş. Hoca diğer gün gidip kendisi almış ve öğrenciye lahanayı bulduğunu söylemiş. Dersteyken öğrenciyi öğretmenler odasına gönderip fileyi alıp getirmesini istemiş ve öğrenci fileyi alıp getirdiğinde herkes şaşırmış:”Aaa kelem” demiş hep bir ağızdan öğrenciler. Hoca anlamış ki buralarda lahanaya kelem deniyormuş.
Bir gün, hoca, kasap Mustafa adında birinden et alır ve böbrek sevdiği için biraz ayırmasını ister. Mustafa dolaba dalmış ve ilkin 8–10 parça böbrek çıkarmış, sonra birkaç tane daha bulmuş, bir de dana böbreği bulmuş hoca sevinmiş. Hoca borcunu sorunca da, Mustafa, hocayı şaşırtan cevabı vermiş: “Hocam, hele sakatattan para alınır? Ben bunlardan para alırsam, Vanlılar beni aha bu satırla doğrarlar…” demiş. Hoca bir dahaki seferde nasıl böbrek isteyeceğini sitemli bir şekilde söyleyince:” Her zaman beklerim Sayın Hocam, her zaman isteyin” demiş. Şimdi düşündüğümüzde aradaki kırk iki yılda ne çok şey değişmiş diyor insan kendi kendine.
O dönemin toplumsal yapısına bakarsak, bu anlayışların bizde uyandırdığı çağrışımlar pek de yadırgayıcı olmuyor. Küçük bir yerleşim birimi. Toplum öncesi evrelerin basaklarından olan topluluk esasına dayanan yaşam biçimi, sosyologların birincil tür ilişki dediği bir anlayış hâkim toplumda, yani geleneksel tip yaşam…Bireysel yaşamın pek hoş görülmediği, ortak yaşam alanlarında paylaşımın üst düzeyde yaşandığı, en önemlisi de Kasap Mustafa’nın dile getirdiği başkalarından korkma eylemi yani toplumsal baskının insanın üzerinde bir yaptırım olma işlevi, neleri çıkar amaçlı kullanılıp kullanılmayacağına karar veriyor. Menfii işler herkesçe onaylanan ve hoş görülen şekilde yerine getirilmektedir. Günaltay Atalay, günlüklerinden hariç; mektubunda, sosyolojik bakış açısına ilaveten hayatın biraz daha somutsal tarafından bir kez daha hatırladıklarını yazmış. O dönem büyük kentlerde sakatattan para alındığını ve dolayısıyla bunların normal et olarak kabul edildiğini ifade eder. Oysaki Van’da ve dolayısıyla bulunduğu Erciş’te sakatattan para alınmasının ayıp olduğunu, çünkü bunların et yerine geçmediğini ve para ile satılamayacağını ifade eder. Bir bakıma “toplumsal baskı” ile “ayıp” arasında bir dolaylı bir bağ kurmak mümkün gözüküyor.
Günaltay Atalay’ın Erciş günleri böylece birbirinden renkli mi renkli bir hava içinde sürer gider O dönem Van Gölü’ne kendi deyimiyle denize gidişlerinin inanılmaz zevkini anlatır. Atakan Çelik’in “Şengülüm Şengülüm” parçasına büyük bir zevkle katıldıkları piknik anılarını, şakalaşmaları, dostluğu, sevgiyi ve daha nicesini.
O dönem memurlar mutlaka bir yerlerde toplanırmış. Erciş’teki toplantı yeri de Erciş Şehir Kulübü imiş. Yeni gelen memurlara “hoş geldin”, giden memurlara da “güle güle” partileri verilirmiş. Bu toplantılarda oyunlar oynanır, derin felsefi sohbetler yapılırmış. Hafta sonları geziler düzenlenirmiş ve hayat öğrenme ile öğretmenin iç içe geçtiği bir halka şeklinde yaşanırmış.
O dönemler Erciş’e lise gecikmeli açıldığı için ortaokuldan sonra liseye geçiş alt yılı bulmuş. Lise birinci sınıfa giden bir öğrencisinin bir iki çocuğu olabiliyormuş. Bunlardan biri de Sait Solgun imiş. Günaltay Atalay en son 2004 yılındaki Öğretmenler Günü’nde İbrahim Gazioğlu’ndan Sait Solgun’un vefat ettiğini öğrenmiş. O dönem kendi yaşıtları olan öğrencilerine o kadar derin saygısı varmış ki Günaltay Bey’in, ortaokul bittikten sonra köylerine dönen o çocuklar, lise açılınca işi gücü bırakmış, evlenmiş olmalarına rağmen okumaya devam etmişler. Bu öğrencilerin çoğu okumuş, öğretmen, hâkim, avukat olmuşlar. Bunlardan biri Feridun Nalçacı, o dönem belediye başkanı olan Fevzi Nalçacı’nın oğlu (Günaltay Atalay o dönem belediye başkanı olarak Fevzi Nalçacı’yı gösterse de, Selahattin Koşar’ın “Dünden bugüne Erciş” adlı kitabında 1963–1968 yılları arasında Alpaslan Erdinç ve 1968-1971 yılları arasında Abdulbaki Leventoğlu görev yapmıştır. Hoca, Feridun Nalçacı ismini Erciş’e geldiği ilk günler için telaffuz etmektedir. Demek ki o sıralarda Alpaslan Erdinç görevdeydi. Günaltay Atalay Erciş’ten ayrılırken ise Abdulbaki Leventoğlu belediye başkanlığını sürdürmüş gözüküyor). Aynı zamanda Günaltay Atalay ile yaşıt… Sakarya’da hâkimlik yapmış, 2001 yılında vefat etmiş.
O dönem lisedeki kız öğrenci sayısı 20’yi geçmezmiş. Babalar, kızlarını okula gönderme taraftarı olmadığı için, kızları neredeyse “kristal vazo” gibi koruduklarını yazıyor Günaltay Hoca. Bir gün bir kız öğrenci ağlayarak hocanın yanına gelir, iki gündür bir erkek öğrenci yanındaki sıradan geçerken saçlarını çekiştirdiğini söylemiş. Hoca ne yapıp yapmayacağını düşünmüş, kendisi aynı zamanda müdür yardımcısı imiş. Başka yerde olsa prosedür bellidir. Öğrenciye ihtar verilir ya da ona nasihatte bulunulur, kızdan özür dilemesi istenir, barıştırılırdılar. Ama burada bu böyle olmuyordu. Çevre duyacak, öğrenciler baskı altına alınacak, kız öğrenciler okuldan alınacaklar” ve hocanın deyimiyle “bizim kristal vazolar, biblolar tümüyle kırılacaktı.”
Hoca düşünür taşınır ve bu olayı halletmesi gerektiğe karar verir. Ders zili çalar, hoca elinde sopayla sınıfa girer. İlkin çocuğun sağ eline sopayı indirir, sonra çocuktan sol elini açmasını ister. Tam vuracağı sırada çocuk elini kaçırır ve “tok” diye bir ses gelir. Sopa bileğe denk gelmiştir… Hoca bileği acıyan öğrenciyi alıp odasına giderler. Öğrenciye “bugün ve sonraki iki gün idari izinlisin, bileğini doktora göster” der. Ve sonra devam eder: “Onun boynu bükük halini görünce derin bir üzüntüye kapılmıştım.” Hoca öğrenciyi eve gönderir ve güne dair şunları yazar: “Bir öğretmen olarak öğrencimi asla o şekilde cezalandıramazdım. Ama ne var ki okul disiplinini sağlayıcı bir yönetici olarak bu hareketi yapmak zorunda kalmıştım.” Hocanın korkusu öğrencilerin hele de kız öğrencilerin bu durumu ailelerine anlatmaları ve diğer ailelerin bunu gerekçe gösterip zaten sayıları çok az olan o “kristal vazolar”ı okuldan almalarıydı. Çocuk ve babası üç gün Van’da kalıp kolu alçıya aldırmışlar. Babası hocaya kırgınmış, diğer kolunu da kırması gerektiği söylemiş, hoca şaşırmış tabi. Günaltay Atalay o güne dair çocuk ve babasının kendisini odasında ziyaretini şöyle anlatır: “Efendim, Van’a gittik, üç günde işimizi hallettik, alçıya aldılar sol kolunu… Size kırgınım, bu eşeğin iki kolunu da kırmalıydınız. Bu memlekette kızları pek okutmaz, oğlumun yaptığı çok büyük kabahattı” dedi. Adam, bir oğluna baktı bir de bana: “Üzülmeyesin begim, az bile yapmışsan… dedi.”
Tabi sonrasında yaşananlar ise tamamen insanlık dersi mahiyetinde olaylar. İnsanın içten bir tebessümle şöyle 42–43 yıl öncesine gidip, o günleri yaşıyormuşçasına o güzelim içtenliği, fakirliği, samimiyeti, olgunluğu, vefayı ve dahası üzeri toprak örtülü insanlığın yumuşaklığıyla karşılaşmak mümkün. Çünkü bugün, -o gün üzeri toprakla örtülü olan bu insanlığın üzeri bugün kat ve kat betonlara örülü- ne ahalide bu samimiyeti bulmak mümkün, ne de bu dönemin öğretmenlerinde o özveriyi, o candan kabul edilişi ne de halktan biri olduğunu hissettiren alçak gönüllüğü… Hayat tamamen özlemden ibaret o günlerin silueti o kadar.
(devamı dördüncü yazıda...)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder