Perşembe, Temmuz 2

Tipik Memur

Bir insanın ölümü hayattan göç edişiyle değil, yaşarken varlığının farkında olmayışı ve sıradanlaşmasıyla gerçekleşir. Böyle kişiler sadece aynı şeyi yapar ve bunun ne anlama geldiğinden pek haberdar değiller. Bunların en “tipik”leri ise memurlardır. İşçisi belki kitap görmemiş, çiftçisi belki topraktan belini doğrultamamış, inşaatçısı belki hiç toplumsal bir varlık olduğundan haberdar olamamıştır… Ya memuru?


Günümüz yaşam koşullarının insanı ne denli zorladığı ortada. Bunca zorluğa rağmen ayakta durmak, her günün sabahına kalkmak ve başını yastığa koyarken bir geceye daha merhaba demek… Elbette zor olsa gerek... Yine de bu koşullarda birçok insan memur olmak istiyor. Memurluk devletin insana verebileceği en güzel hediye olsa gerek. Bir diğer güne kaygısızca uyanmak, bir işe ve aybaşı beklenen bir maaşa sahip olmak. Ona göre harcama yapmak, ütülü pantolon, gömlek ve kravatla dolaşmak... Bütün bunlar az çok ayrıcalıklı bir kesim olan memurlara has özellikler. Her ne kadar çoğu memur aç olduğunu, aybaşını zor getirdiğini, geçim sıkıntısından dem vurduğunu bağıra bağıra dile getirse de, yapılan sınavlar ya da az kontenjana binlerce başvuru şunu gösteriyor ki, memurluk hâlâ en gözde meslek.


Hayatını düzene sokan bir insan, daha doğrusu bir memur, çoğu zaman sıradanlaşıyor. Bu sıradanlaşma ilkin algılarının köreltmeyle başlıyor. Bu algılar daha çok başka yönlerde çalışmaya başlar. Bunlar; marka elbiseler, marketlerin en güzel reyonlarından alınan yiyecekler ve bol gırgır ile şamatanın eksik olmadığı sohbetlere yöneliyor. Ya da epey cimri olup kısa zamanda araba ve ev hayalleri için para biriktirmeye başlıyor. Bir de evlilik varsa daha da pasifleşiyor kişi. Kendini evine ve ailesine adıyor. Bir arkadaşım öğretmen olmadan önce, evini nasıl kitaplarla dolduracağından, tüm felsefe setlerini alacağından ve bilinen edebiyat klasiklerini alıp tümünü okuyacağından bahseder dururdu. Ben okumayacağını bilirdim ama hayallerine de karışmak istemezdim. Çünkü o da sisteme uyumlu bir insandı. Rahatına düşkün, bulabildiği şeyi okuyan ve okumak için de bir şeyler bulmak için çabalamayanlardandı; sonra evlendi. Bir gün sorduğumda aldığım cevap beni şaşırtmadı, ne bekliyordum ki?


Tipik memur kategorisindekiler bir şehre gittiklerinde sahaflar ya da kitapçılar hiç akıllarına gelmez. Şehrin en şık mağazalarına uğrar kredi kartlarıyla bir güzel süslenirler. Hayatın cafcaflı tarafı her daim galip gelir. Bir eğitimcinin her sene aynı konuyu ders kitaplarından anlattığını düşünürsek, tipikleşmenin boyutunu daha iyi anlarız.


Bire bir gözlemleyin memur kesimini. Kırtasiyeye çokça uğrar ama sadece kırtasiye malzemesi alırlar. Kitapçıya uğrayanı arayasın ki bulasın… Yapılan araştırmalar bırakan devlet memurlarından eğitimin içinde olmayanları, üniversite hocalarının bile doğru düzgün kitap okuma alışkanlığının olmadığını gösteriyor. Senede birkaç kitap alırlar ya da almazlar. Aldıkları ise odalarında süs mahiyetinde durur ki, bunlar, eşe dosta karşı mahcup olmamak içindir.

“Bu saatten sonra kendimi neden yorayım, kaygım yok” demek hayat felsefelerini en güzel şekilde özetliyor. Türkiye gibi tatil cenneti olan bir ülkede en fazla beş ay çalışılıyor. Hesaplarsak eğer, bir öğretmen milli ve dini bayramlar ile diğer tatil günleri hariç ortalama 180 iş günü çalışmış oluyor. Bunun yanında iki haftalık da izni bulunuyor. Bir de arada hastalığı varsayarsak geriye çalışılan süre beş ayı bile bulmuyor. Geriye kalan yedi ay boyunca nelerin yapıldığı sorgulanırsa eğer, beş kitabın bile okunmadığı garanti edilecektir.


Bütün bu benzeri yönlerden değerlendirmelerden sonra, ülke neden geri kalmış? sorusu çok güzel bir şekilde cevaplanmış oluyor. Kendini geliştirmek, birilerine yol göstermek, vizyon sahibi olmak ve misyon yüklenmek bir memura üç gömlek fazla gelen işler. Ev kirası, çocukların bakımı, ulaşım, büyük şehirlerin dezavantajları vs. vs. Bunlar her daim olan ve olmaya devam edecek, hiç de tükenmeyecek olumsuzluklar. Hiçbiri de okumayı ve düşünmeyi engelleyecek kadar güçlü bir olguya benzemiyor. Toplumsal algılar maalesef bizleri “tipik memur” kalıbından öteye götüremedi. Bazıların yaptığı gibi bol müzik, bol yemek, bol eğlence… Beyni uyuşturup kitap okuma yetisini kaybettikten sonra geriye sadece “tipik” bir “insan” olmak kalıyor.


Amacım elbette birilerini kötülemek değil. “Eleştiri ile kötüleme arasındaki fark”ı bilirsek duracağımız sınırı da biliriz. Eleştiri gelişim için güzel bir basamaktır. Ülkemiz okuma oranında dünya sıralamalarının hiç de istenmeyen basamaklarında bulunuyor. Bir çocuk anne ve babasını okumayla örnek almıyor, çünkü anne ve babanın elinde kitap görmüyor. Okul bitince annelerin yaptığı ilk iş, tüm kitapları toplayıp ya evin bodrumuna ya da evin çatısına atmak... Evde kitap ve kütüphane olgusu/kültürü yerleşmemiş. Bu çocuk kitaptan habersiz, sadece kendinden istenenlerle büyüyor, okuyor, memur oluyor.


12 Eylül darbesinden sonra eğitimde köklü değişikler meydana geldi. Okuyan, sorgulayan, karşılaştıran, çözüm odaklı düşünen, çok kapsamlı insan/öğrenci modeli yerine; test çözmeye alıştırılmış, kısa yoldan cevabı bulmayı beceren öğrenci modeline geçildi. Böylece düşünmeye fırsat verilmediği için de sistem başta olmak üzere her türlü hâkim odak noktası da tehlikeden kurtulmuş oluyordu. Bugün gelinen noktada üniversite sınavında başarılı olmak için bu sistemi en iyi şekilde özümsemek gerekiyor. Durmadan test çözüp kapsamlı düşünme yetisini yitiren bir öğrenci sınavda üstün başarı göstermesine rağmen kendisini ifade edecek özgüvenden de yoksundur. Böylece üniversite rahat bir ortama balıklama dalınca ilk iki yılı böylece heba etmektedir. Kpss ve ders işlemeleri ile okulu bitime telaşı da kalan iki yılı alıp götürmektedir. Alın size gittiği gibi dönen bir “tipik memur” tipi.


Yukarıdaki yazının konusu her ne kadar genel memur profili olsa da, başkahramanların öğretmenler olduğu görülecektir. Haksızlık da yapmamak gerek; zor şartlarda çalıyorlar, belki emeklerinin karşılığını tam olarak almıyorlar, birçokları iyi ortamlarda çalışamıyor olabilir. Eleştiriyi yaparken bu gibi olumsuzlukları da göz önünde bulundurmak gerek. Bir de birçoklarımızın muzdarip olduğu nice kurumlar vardır. Mevzuatın değiştiğinden haberi olmayan, önündekini okuyup ne anlatıldığı çözemeyen, vatandaşa yardımcı olamayanlar da var. Onlara da kısaca değinmekte fayda var.


Birkaç yıl önce Erciş’te resmi bir kurumda, faturaların ödendiği gişede, tavana iple asılmış, “Aymar” reklâmlarından tanıdığımız maskotun resminin bulunduğu afişi görmüştüm. O sevecen maskotun dilinden, asılı afişte şunlar yazılıydı: “acele etmeyin işler yetişir.” Maskot kendinden emin, yüzünde gülücüklerle çevreye pozitif enerji yayıyordu. Her fatura ödemeye gittiğimde gözüm o yazıya ilişir, sonra da içerideki beyefendilere uzun uzun bakardım. Masalarında oturmuş, bir elinde sigara, diğer elinde çaylarıyla günlerini gün eden beyler, kaygısız şekilde akşamın gelmesini beklerlerdi. Dışarıdakiler sırada birbirlerini itip kakarken, onlar o maskotun “acele etmeyin işler yetişir” şiarına bir güzel uyan yüz ifadeleriyle ağır ağır çalışırlardı.


Gelişmiş şehirlerde halkın bu gibi durumlara tepkisi işlerin daha hızlı ve eksiksiz yapılmasında etkili. Toplumumuzda haklarını arama ve iş takibinde bulunma kültürü gelişmemiş. Halk, bir devlet memuru karşısında daima “ezik” ve “mahçup” durmak gibi bir ruh haline sahip. Devletin kadrolu memuru sanki halk onlara muhtaçmış gibi bir efendilik psikolojisine bürünmüş. Keyfi uygulamalar, “bugün git yarın gel” gibisinden yaygın ama hiç de hoş olmayan, kişiyi karşısındakine mecbur bırakan bir psikoloji içine sokmaktadır.


Genç ve dinamik bir ülke olmakla övünürüz. Genç nüfusun geleceğimizi kurtaracağını söyler dururuz. Oysaki bu gençleri tükettiğimizi hiç düşünmeyiz. İşinde başarılı olacak, aldığı maaşı hak edecek, titiz, süratli çalışan, karşısındakini kendine muhtaç durumda bırakmadan; eğer karşıdaki olmazsa kendisinin de bir anlamının olmayacağını bilen bireylerle çalışmak iyi olmaz mı?


.Toplumu yönlendiren, işlerini süratli ve eksiksiz yapan kişiler toplumun hızını da artırırlar. Kamusal hizmet anlayışı içselleştirilmediği sürece bizlerin topyekûn gelişmişlikten söz etmesi anlamsız olacaktır. Vatandaş işlerinin görülebilmesi için vergisini ödemekte ve buna karşın hizmet beklemektedir. Oysaki ağır bürokrasi ve işinin ehli olmayan kişilerin önünü tıkadığı hizmet sektörü vatandaşı bu şekilde mağdur etmektedir. “Git”ler ve “gel”ler hayatın kâbusu oluverdiği gibi, zaman kavramının pek de önemli olmadığı toplumumuz bunun farkında olmayarak en kısa zamanda hal edilecek bir işe uzun bir zaman dilimi ayırarak üretim ve yararlılığa ayıracağı gücünü bu şekilde gereksiz işler ve ayrıntılara harcamaktan kendini alamaz. İşin en kötü tarafı ise bunun doğal bir şey olduğuna kendini inandırması ve bundan en ufak bir vicdani rahatsızlık duymaması. Şöyle zamanının kıymetini bilen, planlı çalışan, duyarlı kişiler çıkıp birkaç defa tepki gösterse, bu fosil zihniyetliler canlanır mı canlanmaz mı görmek lazım?


İsmet Tunç

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder