2008’in Mayıs ayında Sona adıyla tarihi bir roman yayımlandı. Kitabın yazarı Eyyüp Altun.… Romanın ikinci basımı Mayıs 2009’da gerçekleştirildi. Teknik açıdan yeniden gözden geçirilen Sona, “1915’in Romanı” tanımlamasını daha bir hak etmişe benziyor.
Ermeni meselesi Türk toplumu için aşil topuğu konularından biri. Her yıl 24 Nisan gelmeden gözler ABD’ye çevrilir ve üzerine tahminlerin, varsayımların yürütüldüğü “soykırım diyecek mi, demeyecek mi?” tartışmaları yapılır. Ermeni meselesinin birinci gündem maddesi olma özelliğini her daim sürdürdüğü ülkemizde Sona’yı okumak kendimize yapacağımız en büyük iyiliklerden biri olmalı. Her şey önce alanında ilk olma özelliği taşıyan bu roman, Eganis (Erciş) merkezli 1915 olaylarını etraflıca irdeliyor. Eyüp Altun, romana şu cümleyle başlıyor: “Kızlarım Sona Zilan ve Asya Kilim ile oğlum Muhammet Nogay’a…” Romanın ithaf kısmı, bana, yazarın tarihi roman yazmada yeterli derecede gerekçeleri olduğunu anımsattı. Türkçe, Kürtçe ve Ermenice armonik bir tadı veren ithaf kısmı, zevkle okunacak bir romana harika bir ekleme olmuş.
Yazar romana başlamadan önce iyi bir kaynak taraması yapmış; dönemin sosyo-kültürel yapısına ilişkin önemli kaynakları derlemiş. Bunu, romanı okuyunca anlamak mümkün. Yazar, günlük yaşamı olduğu gibi romana aktarmaya gayret etmiş.
Roman 1912 yılının yaz sonuyla başlıyor. Günlük yaşamın sıradan öğelerinin anlatıldığı cümleler, yerini yavaş yavaş oluşacak puslu bir havaya bırakıyor. Türk genci Gazi ile Ermeni kızı güzel Sona’nın bir düğünde bakışmalarıyla başlayan ve tarifi zor aşkın, ancak yaşanarak görülecek atmosferine yenik düşmeleri ve sonrasında bilindik kendi sınırları içinde kalma; cemaatine, dinine, tabularına karşı gelme üzerine iç hesaplamalar, sadakatler, önüne geçilemeyen tutkular ve umutsuzluklar… Bir yanda ülküsü olan gençler, diğer yanda tabulara karşı gelmekten çekinmeyen aşk müptelası aynı gençler. Arada roller değişse de yazar hakikatleri düşüncelere yerleştirmekten geri durmamış. Sanki aşk, puslu ortamın tuzu bireri olmuş; toplumsal döngüye göre evirilmeyi başarıyla gerçekleştiriyor.
Roman, yazarın kahraman olarak seçtiği Gazi ve Sona üzerine odaklansa da, gerçekte Gazi ve Sona ancak diğer roman kahramanları kadar göz önündeler. Gazi ve Sona dışındaki karakterler özenle seçilmiş. Ermeni, Türk ve Kürt karakterler sorunu çözmek için içten gelen bir duyumsama yaşamaktalar. Ne var ki iyi düşünenlerin her daim azınlıkta kaldığı, günümüzde bile onuncu köye gönderilenler misali o kişiler de kendi kabuklarına çekilmek zorunda kalıyorlar.
Kimi zaman bu kahramanların Gazi ve Sona’dan daha aktif oldukları ve olayın seyrini değiştirmede yazarın daha fazla yüklendiği karakterler olabiliyorlar. Kanaatimce, yazar, romanın yükünü eşit bölüştürdüğü karakterlerle, romanın tekdüzeliğine de engel olmuş. Bu şekilde roman canlı öğeler; olay, olgu ve kişisel arasında başladığı andan itibaren okuyucuyu etkisine almayı başarıyor. Okuyucu o dönemdeki toplumsal renkliliğe özlem duymaktan kendini alamıyor.
Romanın en önemli dikkat çeken yönlerinden biri de çokkültürcülük üzerine çokça vurgu yapılmış olması. Yazarın romana başlarken çokkültürcülük üzerine yaratılan iyimser tavrı, romanın bitiminde yerini derin bir üzüntüye bırakıyor. Sanki elindeki şekeri alınmış bir bayram çocuğunun ruh haline bürünüyor yazar. Sürekli o güzel ve mutlu günlerden dem vuruyor. Kültürün “özel” anlarına vurgu yapmadan geçemiyor. Bir yörede ortak kurallar koymuş ve buna göre oluşturdukları kültürü yerle bir edenler yazarı oldukça üzmektedir. Yazarın başından beri yapmak istediği şey, tarafsızlığını sürdürüp yarattığı kahramanlara yol göstermek ve her köşe başında görünen aksakallı dede misali bu kültürel birikimi onlara hatırlatmak. Roman baştan sonuna kadar satır aralarında kültürün “biricik” ve “özel” oluşuna vurgu yapıyor.
Romanda, Osman Kâhya’nın bir Ermeni’ye konuk olurken yazarın verdiği ayrıntı kültürün özel yönüne önemli bir vurgu yapmaktadır. “Evin genci ateşi düşmekte olan ocağı kucağında getirdiği yeni odunlarla desteklerken ailenin yaşlı ailesiyle genç gelini kenarları kırmızı renkli dantelle dönülmüş geniş bir bez sofrayı yere serdikten sonra üzeri ceviz ağacından yapılma yan tarafları türlü kabartma desenlerle kaplı ahşap sofrayı ilgiyle izlerken Ermenilerin sanata önem verdiklerine bir kez daha hükmetti.”
Romandan, Ermeni sorunun kaynağını Rusya güdümündeki Taşnak Partisi ve İttihad ve Terakki’nin yeni cumhuriyete ilişkin kurdukları planlardan kaynaklandığını görmek mümkün. Nihayetinde devlet destekli derin devlet oluşumuna ilişkin izler de kendini ele veriyor. İttihad ve Terakki kurmaylarının vatanseverlik duyguları olanlarla kurdukları yakın ilişkiler –örneğin Gazi gibi- ve sonrasında bunların ajan olarak kullanılmasıyla savaşın boyutlarının farklı alanlara kaydığını da görmekteyiz. Keza aynı durum Ermeni gençlerinin Taşnak ve Rusya tarafından kullanılması da aynı sonuçları veriyor.
Bir Ermeni komitacının Ermenilerin doğu politikasını değerlendirirken Rusya ile olan ilişkilere dair söyledikleri olayın daha iyi anlaşılmasını sağlıyor. Komita liderlerinden olan Vartan’ın Kürt Osman Kâhya’ya söyledikleri şöyle. “… Rusya meselesine gelince kuzu her zaman kurtla dost olmayı istemiştir. Ancak kurt hiçbir suretle buna yanaşmamıştır çünkü kuvvet ondandır ve kuzunun er veya geç onun sofrasını şenlendireceğini bilmektedir. Kuzu da bunun farkındadır aslında. Bu gerçekler ortada duruyorken, ormanın içinden bir ayı çıkıp gelir ve kurdun karşısına dikilir. Kuzu bu kavgada hangisi kazanırsa kazansın kendisinin kaybetme tehlikesinin hep olacağını bilmesine bilir, lakin iki canavarın çarpışmasını kendisine zaman kazandıracağını tabii olarak düşünür. Bunun için ayının kurdun karşısına çıkması her zaman kuzunun işine gelecektir. Bu misaldeki kuzu biz Ermenileriz. Kurt Osmanlı, ayı ise Rusya’dır. Söyler misin Osman Efendi, kuzunun başka çaresi var mıdır?”
Yazar, Hamidiye Alayları’na ilişkin de, Sultan Abdulhamid’in yıllar önce kurduğu bu alayların İttihad ve Terakki döneminde nasıl faal olduklarını ve yer yer merkezi idareden bağımsız hareket ettiklerini önemle vurguluyor. Hatta romandaki Kürt liderin kimi zaman baskı kurularak idare edilmeye çalışıldığını görmek mümkün. Hamidiye Alayları, O dönem İttihad ve Terakki’nin Ermenilerle yaptığı görüşmelerden sonuç alamaması sonucu başvurduğu son seçenek olarak gösterilmekte. Burada ortaya konulmuş bir strateji var; bundan Ermeniler, Türkler ve Kürtler kendilerince en uygun olanı almak isteyeceklerdir. Ermenilerle yapılmakta olan görüşmeden sonuç alınmaz; çünkü Rusya’ya olan aşırı güven ve verilen sözlerden geri dönmek istenmemesi Ermenilerin barışmak istememelerinde temel nedenlerdendir. Kürtlere gelince; Kürtler Ermeniler yerine Osmanlı’nın yanında yer almış ve muhtemelen Hamidiye Alayları kuruluşundan beri en ses getirdikleri bir role soyunmuşlar; bu da ya Osmanlı ile savaşa tutuşacak ya da Osmanlı’nın yanında Ermenilere karşı duracak ve sonrasından gelirden pay alacak.
Ne var ki, bölgede görev yapan askerlerin hepsi de İttihad ve Terakki zihniyeti taşımamaktadır. Yazarın bu yönde öne sürdüğü bir karakter de merkez karakol komutanı Hikmet Bey’dir. Eganis’te herhangi bir olumsuzluğun yaşanmaması için adeta diken üzerinde durmaktadır. Bir toplantıda olayın vahimiyetine dair şöyle bir konuşma yapar: “Ermenilerle aramızda bir husumet çıkmasını istemiyorum. Onlarla iyi geçinmelisiniz. Onlara baskı yaparak Taşnak Partisi’nin ekmeğine yağ sürmemelisiniz. Unutmayın ki Osmanlı’nın en sadık tebaalarından biri de Ermenilerdir. Osmanlı’nın Ermeni halkıyla hiçbir meselesi yoktur. Elinizden geliyorsa Ermeni ailelerle herhangi bir sebeple dargınlık yaşayan Müslümanları barıştırınız. Bu konuda bana ihtiyaç olursa seve seve gelirim.”
Yazarın kimi kaynaklardan derlediği bilgilerden yola çıkarak, Osmanlı yönetiminin Ermenilere vermeyi düşündüğü bölgeleri de romanında işlemiş. Osmanlı yönetimi Erzurum’da toplanan Taşnak Partisi’nce alınacak kararları kendilerine iletilmesi için ve kendi aldıkları kararları da karşı tarafa aktarmak amacıyla üç kişilik bir heyet oluştururlar. Bahattin Şakir, Naci ve Halil Beyler Erzurum’a gelir ve parti yetkilileriyle valilikte uygun bir odada görüşmeye başlarlar. Ermeni temsilciler ise -yine yazarın gerçek hayattan aktardığı- Vramyan, Malumyan ve Rostom’dur. İlk sözü Bahattin Şakir Bey alır ve tedirgin olduğu halde şöyle konuşmaya başlar: “Olası bir Türk-Rus harbinde, Rus egemenliğindeki Ermeni şehirlerinde çarlık karşıtı isyanlar çıkarmanız ve Osmanlı topraklarında düşman kuvvetlerine karşı mukabele etmeniz durumunda temsil ettiğiniz Ermeni halkına muhtariyet verilecektir. Buna göre; Ruslardan geri aldığımız Ermeni şehirlerinin tamamında, ülkemiz sınırları içinde ise Van bölgesinin tamamında, Erzurum, Muş ve Bitlis illerinin de bir bölümünde Ermeni milletine muhtariyet verilmesi hükümet kararı olarak benimsenmiştir. Bu teklifimizi kongrenizde değerlendirmenizi ve çıkacak sonucu hiçbir şüpheye mahal vermeyecek şekilde tarafımıza bildirmenizi rica ediyorum.”
Görüşmeler anayasal güvencelerden birçok farklı konulara değin farklı konularda sürdürülür, yazılı hale getiriliri. Ne var ki Ermeniler Ruslara verdikleri sözlerden de dönmek istememekteler. Sonrasına kendi aralarında yaptıkları konuşmalardan “keşke bu öneriler daha önce yapılsaydı” diyecekler bile olacaktı. Osmanlı yaralı bir kurt, Rusya dünyadaki en güçlü devletlerden biriydi. Ruslara karşı isyan çıkarmak zor olacakken, Osmanlı’dan parça koparmak daha kolaydı. Yazarın ifadesiyle “Vramyan kafasında dolaşan tilkilerin kuyruklarının birbirine değmemesine özen göstererek” karşındaki Osmanlı heyetine şunları söyledi: “Büyük Osmanlı devletinin şanına yakışır bir çare getireceğini ve sonunda Ermeni kullarının yüzünü güldüreceğini hep düşünürdük. Demek, bugüne kısmetmiş… Padişahımıza ve hükümetimize muteşekkir olduğumuzu bildirmek isterim. Bu kararla karşısında hissiyatımın arttığını açıkça itiraf etmek istiyorum. Ermeni halkı buna çok sevinecektir. Asırlar süren dostluğumuz ve bağlığımız inanıyorum bir o kadar daha devam edecektir. Yetkili kurullarımızda bu teklifler değerlendirilip olumlu olacağına inandığım kararlarımız tarafınıza en kısa zamanda bildirilecektir.”
Romanın en trajik bölümleri karşılıklı çatışmaların olduğu bölümler. Yazar Ermeni çetelerinin yaptığı kıyımları anlatırken de Ermenilerin maruz kaldıkları kıyımları anlatırken de üçüncü kişi olarak kalmaya özen göstermektedir. Kanaatimce roman zaman zaman tarih kitabı olmak ile tarihi roman olmak arasında gidip gelmektedir. Bu da yazarın durum değerlendirmelerine çokça yer vermesi ve olayın kültürel boyutuna fazla takılmasından kaynaklanmaktadır. İlk baskıda görülen bu durum ikinci baskıyla giderilmiş gibi. Yazar haklı olarak bir arada yaşamanın mükemmel bir mozaik oluşturacağını kahramanlarına düşündürtmektedir. Lakin olaylar yazarın bütün çabalarına rağmen aksi yönde gerçekleşmekte ve bu da yazarın yeniden güzel günleri hatırlatmasına neden olmaktadır. Yazar, yer yer kahramanlarına seslenip; “ben size demedim mi?” der gibidir.
Sona konusu itibariyle iyi kurgulanmış bir roman. Sürükleyici, farklı ve betimlemeleri derin olmasına karşın “kültür” teması odaklı yorumlamalarıyla okunmayı hak eden bir kitap. Eganis (Erciş)’in üzüm bağları, birbirine karışan çan ile ezan sesinden kimsenin rahatsızlık duymadığı engin hoşgörü ortamı ve savaşın ağır kokusuyla bizleri 1915 Eganisi’ne şöyle bir gezintiye çıkarıyor. O günlere dair kaybolanları yeniden hatırlamak, üzerinde yaşadığımız coğrafyada bizden ibaret olmayan kesitleri ya da öyle sandığımız tarihi mirası düşünmek bizleri derin düşüncelere daldıracaktır. Böylece algılarımızdaki kimi kötü öğeleri ve günlük hayatlarımızın bir parçası halin gelen kimi söylemlerden bir nebze olsun kurtulabiliriz.
Kitap "Tanrı Yanılanları Affetmez" deyişini de kapağında taşıyor. Esasen “tarih yanılanları affetmez” olan bu özdeyiş, belki de yazarın kimi yerlere bir gönderme yapmak istemesinden dolayı bu şekilde yazılmış.
Sona, 2. baskı Mayıs 2009, Logos Yayınları.
İsmet Tunç
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder