Üzerinde yaşadığımız coğrafyayı maalesef tanımıyoruz, çünkü gezmiyoruz, görmüyoruz ve ilgisiz yaşıyoruz. Anadolu toprakları onlarca medeniyete ev sahipliği yapmış, her medeniyetten beslenerek kültür mozaiği oluşturmuş, günümüzde sahip olduğumuz eşsiz maddi ve manevi kültür ürünlerini bizlere sunmuş. Hem de hiçbir karşılık beklemeden…
Sahip olduğumuz bu güzellikler yanı başımızda bünyesinde bulundurduğu kültürler bir armoni oluştururken bizler ona hep uzak durmuşuz, sadece “uzakta bir köy var” misali içimizde saklı kalmış. Geleneği, göreneği, inancı, tarihi ve diğer yönleriyle hep göz ardı edilmiş. Gidilmemiş, sahiplenilmemiş ve yabancılaş/tırılmış bir toplum bırakmışız geride.
Sonra uzaktaki bir köyü yazmaya başlamışız, ne de olsa kitaplar yeterince bilgi veriyor bizlere. Kulaktan dolma birkaç söz ve en yakın haber kaynağımız televizyonlar.
İstanbul’da oturup Van’ı yazan insan tipi, empatiyi kuramayan ve kendi gerçekliğini o yerin gerçekliği olarak kabul eden kişidir. Doğu ve batı kavramları zıtlığı, çelişkiyi ifade eder. Dolayısıyla İstanbul demek olan batı ile Van demek olan doğu, birbirlerinden tamamen bağımsız ve ayrı olgular olarak değerlendirilmelidir. Coğrafi şartların sertliği, eğitim olanaklarının yetersizliği, sosyo kültürel hayatın kalıp yargılardan oluşmuş; adına kültür denilen ve çeşitli basmakalıp değerlerce çevrelenmiş gerçekliklerinden oluşan (kadınların varlık sorunu, kız çocuğunun okuyamaması, ataerklilik, feodal düzen, vb) gerçek yaşam batıdaki biri için normal ve sıradan bir yaşam olarak tasavvur edilebilmektedir. Her gün mis gibi kahvaltısını yaparken sadece kuru ekmeğe muhtaç aileleri düşünen kaç aydın var diye düşünülse sonuç kaçımız için şaşırtıcı olur, araştırmak lazım.
Bir aşiret düğününde takılan kilolarca altının tüm doğu ve güneydoğu için geçerli sayan, “bakın işte altınlardan yürüyemiyorlar?” diyebilecek kadar genellemeyi seven bir anlayış, açlığın ve imkânsızlığın ne demek olduğunu elbet de anlamayacaktır.
İstanbul’da oturup doğuya hakim olanlar, empati kavramını hiçbir zaman özümsemeyen insanlardır. Aynı coğrafyada yüzlerce yıldır yaşamalarına rağmen hala birbirlerinin kültürlerinden haberdar değiller. En küçük değerlendirmede her şeyi reddeden, yok sayan bir anlayış insanları birleştirmek yerine sürekli ayrıştırmakta ve özlenen birlik, beraberlik tablosunun ortaya çıkmasını geciktirmektedir.
Bin yıldır aynı topraklarda yaşayan ve hala hayretle “sizde bu böyle miydi!” diye şaşıran insanlar var. Kendi coğrafyasında kendi insanına yabancı duran bir halk elbette kendi içinde birlikteliği sağlamakta zorluk çeker. Anlamak, anlamaya çalışmak çözümü kendiliğinden getirecek altın bir anahtardır. Dünyanın en değerli anahtarı oradan oraya savrularak kendisine sahip olacak kuşağı beklemektedir. Bu kuşak neden hep gecikmektedir?
İstanbul’da, İzmir’de İzmit’te Manisa’da ve her yerde; yaşanılabilir, yazılabilir, düşünülebilir; değerler, değerlendirmeler, düşünceler masaya yatırılabilir; çözümlenir, çözüm önerileri getirilebilir. Aslında çok şey yapılabilir. Ama empati kurulamazsa, objektiflik, bilimsellik kaygıları taşınmazsa ortaya çıkan aydın tipi bizi Tanzimat dönemi aydınlarından kurtaramayacaktır.
Bugün gazetelerde, televizyonlarda milyonlarca insana ulaşan haberciler, yazarlar, çizerler, aydın diye kendini tanıtan kişiler biraz daha kendi kapsama alanlarını genişletmeli ve bir doğunun, bir güneydoğunun olduğunu hatırlamalıdırlar. Bunu hatırlayan, yazan, yazmaya çalışanlara ise tüm Türkiye minnet borçludur.
İsmet Tunç
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder