Bir antropolog olarak (bu terimi duyanlar kulaklarını açıp tekrar etmemi istediklerinde, kısaca, antropoloji- insanbilim deyip işin içinden sıyrılıyorum) uçsuz bucaksız güzel yurdumda, iki yıldır ücretli öğretmenlik yapıyorum. Bu yıl Topraklı Köyü’nün Deredam Mezrası’ndayım. Okulumuz 1976 depreminden sonra prefabrik olarak kurulmuş. Biri okul, diğeri lojmanı olmak üzere iki bölümden oluşuyor. Derslik olan kısmında bir derslik ve müdür odası var. Son yıllarda, müdür odası aradaki bölmeler kaldırılarak sınıfa dönüştürülmüş. Bu küçük sınıfta okula yeni başlayan minikler ders görüyor. Yanındaki asıl derslikte ise 4. ve 5. sınıflar birleşik olarak; lojman ise yine sınıfa dönüştürüşmüş ve 2. ile 3. birleşik sınıflara hizmet vermekte.
Sevgili Cihat’ın zaman zaman bu tür etkinlikleri oluyor. Bu güzel etkinlik haberini alınca ilk iş olarak çocuklara mektup yazdırmakla işe koyulduk. Onlara karışmadan hayata dair beklentilerini, hayal kırıklıklarını, sevinç ve üzüntülerini yazmalarını istedik. Öyle de yaptılar… Mektuplarını toplayıp ta İstanbullara kadar gönderdik. Birçoğu İstanbul’u uzak bir ülke olarak da bilebilir. Ama onlardan bir parça olan kırışık kâğıtları İstanbul’la tanıştı bile. Kim bilir! Belki ileride yüksek okul okumak için içlerinden birileri ilk defa İstanbul’a ayak basacak.
Abi ve ablaları mektuplarını okuyacak. Ben de fırsattan istifade düzensiz bir anda birkaç satır yazdım onlara. Olur da beklentileri karşılanmayabilir, hayal kırıklığı yaşayabilirler diye düşündüm. Çocukların durumunu kısaca anlattım.
Dünyada, küçük bir çocuğun gülümsemesini sağlamak kadar mutluluk verecek bir eylem daha yoktur galiba. Çocuklar, katılaşmış taraflarımızın ilk hallerini göstermekteler bize. Hiç bilmediğimiz hikâyeleri, ütopyaları, darmadağın fikirleri olabilir. Şöyle biraz kulak vermeyi denesek onlara… Bizleri alıp götürmekteler uzak diyarlara. Ben, sınıfta ansızın, “bir şeyler anlatmak isteyen var mı?” diye sorular sorarım. Bakıyorum devasa yaratıklardan, efsanelerden, hiç duymadığınız kahramanlardan bahsediyorlar. O an anlıyorum ki, çocuklar kaybettiğimiz taraflarımızı bize hatırlatıyorlar.
Geçen yıl Kırgız köyü olan Ulupamir’deydim. Okulun bitimine bir aylık zaman dilimi vardı. Bu çocuklara nasıl bir iş yaptırsam diye düşünmeye başladım. Ben çocukların hayalleri önemseyen biriyim. Acaba neler düşünüyorlar gündüz vakti? Ya da bir olay karşısında neler hissediyorlar? Kendi kendime birçok soruyu sormaya devam ederken, aklıma, çocukların günlük tutmaları durumunda ortaya nelerin çıkabileceği geldi. Bunun çok mühim bir olay olduğunu ve Türkçe dersi için proje ödevleri olduklarını söyledim. Zaten o köyün çocukları oldukça uysallar. Çok önemsediler söylediklerimi. Sık sık aileleriyle de bir araya geldiğim için durumu onlara da anlattım. Günlüklerin aksatılmadan yazılmasını ve ortaya çıkacak ürüne göre de karne notu vereceğimi söyledim.
Haftada bir çocukların yazdıklarını kontrol ettim. Hatalarını söyledim. Yazmayanları teşvik ettim. Aradan bir ay geçince kırk iki kişilik sınıfın yarısından çoğu işi başarmıştı. Geri kalanlara bir hafta daha zaman tanıdım. Toplamda otuzun üzerinde günlük defteri toplamıştım. Hepsini okurken tarifsiz mutlulukla doldu içim. Bunlardan birkaçını hatırı olarak yanıma aldım. O çocuklara en büyük iyiliğin kitap okuma alışkanlığı kazandırmak olduğunu biliyordum. Ve o bir sene boyunca sürekli okumaları, daha ikinci sınıf olan çocuklara birer günlük, üstelik kimileri insanın küçük dilini yutması sağlayacak kadar titizlikle yazılan birer mücevher kazandırmıştı.
Umutlarını toplamaya çalıştığımız bu çocuklardan da eminiz bizleri şaşırtan yetenekler çıkacaktır. Her şeyin özünü yitirdiği bu teknoloji çağında çocuklara kâğıdın ve kalemin kokusunu unutturmamak için bu tür güzelliklere sıkça başvurmak gerek.
İsmet Tunç
26. 05. 2009, Erciş
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder