Güneşli, hafif rüzgârlı bir Cumartesi gününden Erciş manzaraları takıldı gözüme. Güne ne gözle bakarsak onlar yer eder hafızalarımızda. Aslında anlatılan bizim hikâyemizdir. Hepimiz dışarı çıkarız, bir şeylerle meşgul oluruz; dostlarımıza, arkadaşlarımıza rastlarız. Birçoğumuzun günlük yaşamı üç aşağı-beş yukarı bir diğerinin benzeri satır aralarıyla geçiştirilir. Benim bu Cumartesi günüm de bizlerin o sıradan ama bir o kadar da vesikalık bakışıma göre mühim manalarla dolu. Nedendir bilmiyorum; bu sene Erciş’i gezmek istediğim kadar hiçbir zaman bunu bu kadar istememiştim. Saatlerce mi yürüyorum? Hayır… En fazla yarım saat, bazen daha az. Erciş'e çok uzun zaman gelmediğim de oldu, gelip de hiç evden çıkmadığım da, çıkıp da hemen eve döndüğüm zamanlar da…
Fazla gezmeyi sevmiyorum, amaçsız geliyor bana bu anlar. Şöyle “ateş almaya mı geldin?” türünden aceleciyim galiba. Özlem o sokaklarda gezmeyince başlıyor, sonra sokağı görünce bütün özleminiz yok olup gidiyor. Caddenin başından dönüyorum geriye. Çarşı gezmesi sona erdi böylece. Günü getirisi ise yol üzerinde başlıyor, dostane sohbetler de olmasa dışarı çıkmanın bir anlamı olmayacak.
Sanki bu sene farklı bir şey var Erciş’te; ya suyu değişti ya huyu ya da insanları diyeceğim… Ama baktığımda pek değişen bir şey yok; yani anlayış, perspektif, felsefik bakış vs… Bunlar zaten çok yavaş değişen olgular. Bu nedenle halkı eleştiremiyorsunuz. Elbette zaman gerekli bazı şeyler için. Her şeye rağmen insan özlüyor. Okul yeni bitmiş, köydeyim, geçici öğretmenliğimin ve yalnızlığımın ilk yılı. Hafta boyu köyde olup dışarı çıkamamak özlettiriyor dışarıyı. Caddelere olan sıcak tebessüm bundan olsa gerek.
Vakit öğlen, hava güneşli, gazete alıp eve gitmek var diye geçiriyorum içimden, o esnada Ali Dağer'le karşılaşıyorum Erciş Lisesi’nin karşısındaki kaldırımda, Elimdeki gazeteye göz atarken birden birbirimize bakıveriyoruz. O tatlı üslubuyla bana bakıyor. Ara sokaktan içeri giriyoruz, birer kürsü getiriyor matbaadan ve küçük bir sehpa. İçeriden çaylar geliyor. Biz ufaktan sohbete başlıyoruz. Saçları beyazlamış, biraz da uzamış… İhtiyarladıkça güzelleşiyor ya insanlar, onun da yüzünde görüntü var. Ama ihtiyarlığına daha epey zaman var. Saçları beyazlamasına rağmen genç... Saçları beyaz olanlara ihtiyar dememiz toplumsal algılayışımızla ilgili bir durum. Ne zaman ciddi bir konudan konuşsak Ali Dağer’le, yüzü asılıyor. Bu toplumun kayıtsızlığı, duyarsızlığı onu çok üzüyor. Hele de söz Pipa Bacca’ya gelince daha bir iç çekiyor. Bir barışsevere düşmanlık ettik diyor. “Bir fotoğraf çekeceğim ve adını da ‘Pippa Bacı’ koyacağım” diyor.
Uzun bir sohbetten sonra Ali Dağer ve ağarmış saçlarını baş başa bırakıp yoluma devam ediyorum. Arada tanıdıklara birer selam verip evin yolunu tutuyorum. Spor ayakkabılarımın tamire ihtiyacı var. Ne de olsa futbol sert bir oyun. Ayakkabılar arada bir tamir istiyor. Eve gidip akşamüzeri dönüyorum. Saat yedi olmadan Erciş merkez tek tük dükkân dışında bir sessizliğe bürünüyor. Hava hafiften rüzgârlı, insan üşüyor... Dükkânını kapatan evine koşuyor. Sanırım günün yorgunluğunu PTT ile atacaklar. (pijama, terlik ve televizyon).
Açık olan bir kundura tamir dükkânına giriyorum. İçeride sadece usta var. Müşterinin işlerini hal ettikten sonra güler yüzle “iyi akşamlar” deyip gönderiyor. Ben de selam verip içeri giriyorum o esnada. Bana aynı güler yüzlülükle “hoş geldiniz” diyor.
Dükkânda hemen girişte ustanın tezgâhı var, hemen uzantıda bir iki makine, arka tarafta merdivenle yukarı kata çıkılacak bir yer mevcut. Küçük bir büro yapılmış. Dükkânın tavanı yüksek olunca tasarrufa gidilmiş haliyle. Ustanın arkasında dinsel öğeler dikkati çekiyor. Korunma ihtiyacı insanlara ilahi kudretle olan bağları daha da sıklaştırması gerektiğini hatırlatıyor. Geleneksel kesimde dinsel-büyüsel pratikler günlük hayatın ayrılmaz birer imgesi, aksi takdirde zor bir durum karşısında, kişinin manevi açıdan yeterli olmadığı düşüncesiyle açıklanacak bir manevi yükümlülük doğabilir. Eğer ki ilahi kuvvet (Allah) ile aranızda gönül bağı kuvvetliyse işlerin ters gitme olasılığı zayıftır. Böyle bir şey olursa şayet takdiri ilahiyle yorumlanır. Yine, topluma göre manevi bakımdan yetersiz iseniz bunun Allah’ın bir gazabı olduğu düşüncesiyle karşılaşırsınız. Belli ki usta işlerini gönül rahatlığıyla yapmak için ilahi kuvvet ile arasında sıkı bir bağ kurmuş.
Dükkâna şöyle bir göz gezdirdikten sonra ustanın bir önceki müşteriyle işi bitiyor. Ne gibi bir isteğimin olduğunu soruyor. Ben durumu anlatıp ayakkabıları tamir etmesini beklerken, izin alıp gazetesine göz atıyorum. Gazeteye daha başlamadan soru soruyorum ustaya. Çırağı yokmuş. “Çırak yetiştirmeyi düşünüyor musunuz?” diye sorunca, “hayır” diyor. “Neden?” diye soruyorum. “Çırak olacak kişi bir defa okumayacak… Bir gün gelip bir gün gelmezse olmaz” diyor. Merak edip kendi çıraklığını soruyorum. İlkokul dördüncü sınıfta okulu terk edip çalışmaya başlamış. Yaklaşık otuz yıldır bu işi yapıyor. İlginç olan ise çıraklıkta hiç para kazanmadığı, aksine cep harçlığını babasından alıyormuş, ustası yemek de vermiyormuş üstelik. Sözlerinde bir işe bağlanmanın derin izleri saklı. Ona göre, bu tavrı yani zor günlerde dahi işi bırakmayışı işin ahlakı. Ustaya göre bugün bu anlayışta bir çırak bulmak imkânsız. “En fazla ikinci gün kaçar” diyor.
Bir an tahayyül ettim; değişen toplumu, bu toplumun sınırlarını ve bugünkü geldiği noktaya baktım. Bir meslek öğrenmek için çekilen cefaya bak. Bugün otuz yıldır çalıştığı bir işi varsa o ustanın; o günkü aç kalmalar ve babadan aldığı harçlıklar sayesinde galiba. Eli öpülesi bir emekçi, İşinin felsefesini özümsemiş, değişen toplumsal anlayışın aynası ve gerçeği. Kısaca geçmişimiz…
"Uzun yıllar bu işi yapacağım" diyor. Daha genç sayılır, kırk olmamış yaşı. Erciş’te bu işi yapan yaklaşık yirmi beş tane kundura tamir dükkânı varmış. Çırak yetiştiremedikleri için gittikçe de azalıyorlarmış. Halkın ayakkabı tamiratına bakış açısı nasıl? diye soruyorum. On ya da on beş yeni liraya ayakkabı satılıyor. Tamir edilmesindense yeni ayakkabının alınması, işlerimizi olumsuz etkiliyor diye sitemde bulunuyor. Kısa sürede ayakkabılara dikiş atıp uzatıyor bana. Topu topu beş dakika her şey… Otuz yıllık birikim beş dakikada size yeni bir ayakkabı sunuyor. İyi akşamlar dileyip dükkândan çıkıyorum. O, bu günlük işine son vermek üzere, Otuz yılına yarın sabah bir gün daha ekleme niyetinde…
Bir cumartesi günün Erciş’i gözümde böyle canlandı, yaşandı, hayal edildi. Bizim memleket; az ötesinde gölü, Ali Dağer’in deyimiyle; keşfedilmemiş kanyonları, serin mi serin yaylalarıyla bizim memleket. Her köşe başında bir hikâyesi, gözü isli bir tamirci çırağı, elleri kararmış bir kunduracı, gözleri parlak bir çırak. Az ötede batmaya çalışan güneş, akşamcılar yollarda, okey salonları taşların ritmik seslerini dışarıya savurmakta.. Bir gün daha bitmekte; en azından benim için. Akşamcılar dışarının yolunu tutarken, bu usta evinin yoluna koyuluyor; otuz yıllık emeğinin on-on beş liraya kurban gideceğini düşündükçe iç çekmeleri dışarıya vuruyor gibi. O bunları yansıtmasa da anlayan gözlerle bakabiliyorum ona ve anlayabiliyorum galiba. Yarın yine tezgâha geçerken ömründen bir gün daha eksilecek, tamirhanesiyle, otuz yılın birikimiyle bu meraklı bakışlara konuk olacak; haberi olmadan kaynaklık ettiği bu yazıda bilmem kaç otuz yıl yaşayacak.
İsmet Tunç
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder